5 Ekim 2012 Cuma

Ryan Gosling No.3: Blue Valentine


Uzun zamandır izlemekten kaçıyordum, hem de bucak bucak. Geminin kızlarıyla sinema gecesi yapmak kötü bir fikirmiş, evet. Günün tüm mutluluğunu ve huzurunu silip göğsümüze bir taş atıp gitti, hem de bunu bile isteye yaptı bu film...

Tükenen bir aşkın hikayesi. Neden ve nasıl tükendiği sizin hayal gücünüze bırakılmış. Adamın aşırı sevgisi ve nefes aldırmamasından tutun da kızın hep bir beklenti içinde olmasına dek canınız ne isterse o tabloya oturtabiliyorsunuz. Filmin bu muğlaklığı sonuna dek sürdürmesi ve bize ciddi anlamda bir ipucu vermemesi takdire şayan.
Filmin ne kadar üzücü olduğunu anlamamız için bizi alıyorlar geçmişlerine götürüyorlar. Hani herkesin mutlu ve genç olduğu günlere. Bu ikilinin tanışmasına ve aşık olmasına. Coşkularına ve hüzünlerine... 

Ama esas yaralayıcı olan birbirlerine bakışlarına, gülüşmelerine, sevgilerine götürüyorlar. Birbirlerine doyamamalarından, öpüşmelerinden alıp, birbirlerine dokunamayan çifte getiriyorlar. Sevişmeyi bile görev haline getiren, ruhun ortadan kalktığı günlere... Bunu da o kadar acımasız bir geçmiş/gelecek kurgusuyla yapıyorlar ki, hani alsalar bu filmi düze çevirseler belki de taşın yükü hafifleyecek. Bu çiftin yavaş yavaş birbirini bitirişini gözümüze soksalar belki de dağlanmayacağız bu kadar... 
Yönetmenin ve senaristlerin cesaretini bu noktada kabullenmemek mümkün değil, tamamen ters yüz etmek için yapılmış filmde bunu basbayağı başardılar, ve bununla da kalmadılar... En en kötüsü, ağlatmadılar bizi, keşke iki damla yaş akıtsalardı, ne bileyim biri diğerini öldürseydi, bu kadar kibar olmasalardı, ihanet etselerdi, esip gürlemenin cılkını çıkarsalardı... Ama hayır, onlar sakin sakin tükendiler, bizi yanlarına alarak hem de...
Film burukluğunu o kadar güzel kurguluyor ki... Günümüz renksiz, soluk, mutsuz... Geçmiş kırmızılarla mavilerle sarılarla bezeli, capcanlı, rengarenk ve ahenkli... Omuz kamerası geçmişte hep bir hareket halinde, sanki biz de bu çiftle beraber şarki söylüyor, hatta gecenin bir yarısı çiçekten yapılma bir kalbin önünde, ulu orta sokakta dans ediyormuşuz gibi... Sonra bir anda renkler matlaşıyor, günümüz gerçekliğine dönüyoruz. 
Ne olurdu acaba geçmiş renksiz ve yalan, günümüz ise aydınlık olsa? Bu izlediğimiz gelecek, kötü bir rüyadan daha öte bi'şey olmasa? Masallara hala inanmayı istemek çok mu ayıp? Böyle ilişkilerin bile eriyip gideceğini yüzümüze vurmak çok mu iyi? Bir de bunu bu kadar güzel bir filmle yapmak acımasızlık değil de ne şimdi? Bizi bu kadar kırık dökük bırakmaya, bunu da yaparken de onları hala sevmemizi sağlamaya, yetinmeyip son jenerikte bile bizi üzmeye ne hakları var değil mi? 

2 Ekim 2012 Salı

Tek Sahne No.3: 50/50


Film bir kanser hastasinin, hastaligiyla yuzlesme surecini bizi somurmeden, yemeden, delirtmeden anlatiyor. Ama adi ustunde tek sahneden bahsedecegim, digerlerinden tek farkla: Ilk kez su tek sahnelerde esasinda tumunu sevdigim bir film var...

Sahne kanser hastasi oglanin arkadasinin sarhos olmasi ve onu evine birakmasiyla aciliyor. Oglanin en zor donemleri, kafaca yorgun, bedenen daha da yorgun. Onune gelene catmakta, ustelik kendini hakli da gormekte. Bir de ustune yaptigi hir gure uzulmekte.. O esnada arkadasinin banyosinda elini yikarken tuvalet kitabini goruyor: Kansere Karsi Omuz Omuza, her sayfasi okunmus, onemli gorulen yerlerin alti cizilmis, notlar alinmis.

Oysa o ana kadar arkadasin bize yansimasi tamamen umursamaz, dilbaz ve ucari ve hatta lakayt seklindeydi. Iste tam bu ana "Boyle arkadasi olan bir insan zengindir be" diyebiliriz sanirim -ki oglan da bu sahnenin uzerine bariz sakinliyor...

Arkadasin oglani korumaci tavirlari, her yaptigi hircinliga makul yaklasimlari, bunu da belli etmeden gizlice ve sakince yapisi bir anda ete kemige burunuyor ve bunu da oglanin gozlerinde goruyoruz.

Arkadasligi yucelten filmleri seviyorum ya, boyle sahneler olsun filmelerde istiyorum... Bir de boyle insanlar olsun cevremde, belli etmeden hayatimi bilsinler, korusunlar ve kollasinlar... Cok cok guzel be...