24 Temmuz 2009 Cuma

İçinden Müzik Geçen Filmler No:0, Vengo

Bir Tony Gatlif filminden ne beklerim? Müzik, çingeneler, hareket ve şapşahane bir konu. Daha önce Bıkkın'ın da dediği gibi alaya almaz Tony Gatlif çingeneleri, onların gözüyle görür. İşte tam da buna güvenerek izledim Vengo'yu.

Bundan sonrası hayal kırıklığı diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü Tony Gatlif tamamen şahsi fikrime göre bu filmde bambaşka suları çok güzel işlemiş. Konu tam olarak çingene filmi değil, hatta çingeneler filmin rengi rolündeler. Arada bir geliyorlar, duruma uygun şarkılar söylüyorlar, sonra başrolü başkalarına bırakıyorlar.

Bir tür kan davası hikayesi, ancak kan davası güden her iki tarafta çok acı içinde. Biz taraflardan sadece birinin
yanındayız. Amca ve yeğeni arasındaki sıcak ilişkiye özeniyoruz. Yeğen özürlü, ancak kafa fıldır fıldır, kızlara ve eğlenceye düşkün. Amca yeğenini mutlu etmek için devamlı partilere götürüyor. Ancak aslında yeğen hep amcanın kızını sevmiş. Sorun şu ki amcanın kızı yıllar önce ölmüş. Amca da bu acıyla başa çıkmaya çalışıyor. Bir türlü çıkamıyor, ve bunu bizim gözümüze sokmak yerine onun gözlerindeki acıyla vermiş Gatlif.

Yeğenin babası bir aileden birini öldürmüş, peşi sıra kaçmış. O aile de kanlarının peşinde. Oğlu olduğu için yeğenin kanını istiyorlar. Amca ise kardeşini korumak, yeğenine sahiplenmek ve kan davasını bitirmek arasında bir yerlerde bocalayıp durmakta, ve bu arada da sıklıkla rakı şişesinde balık olmakta. Bu kadar sorunun ortasında kızını çok özlemekte. Ailenin başındaki kişi olarak bütün sorumluluğun sırtına binmesiyle devamlı olarak diğer aileyi ziyarete gidiyor ve tüm amacı aslında yeğenini kurtarmak.

Bize her konu arasında çok güzel şarkılar dinletiyorlar filmde, sahneler her zamanki gibi çok çok hoş, ve müzikler için bir konuya gereksinim duymuyorlar. Filmin genel olan o acı yönünü amcanın gözlerinden ve bu çingene şarkılarından veriyorlar.

Sonunu söylemiyorum elbette, ama bir anda ve çok vurucu bir şekilde bitiyor. Karizmatik insanların birarada toplandığı bu İspanyolca film bittiğinde içinize birşeyler oturuyor, ve o şeyler gülümsemenize tam anlamıyla engel oluyor. -Tony seni çok seviyoruz!-

O halde en azından başlangıcındaki neşeye ve sonundaki hüzüne dair bir ipucu verir diyerek filmin başından ve sonundan iki video koyabiliriz artık...

Filmin Başı: "Flamenko Sufi"



Filmin Sonu: "Naci En Alamo"

19 Temmuz 2009 Pazar

İPF No.2: The Boxer

Neden hapse girdiğini bir türlü kavrayamadığımız ama masum olduğunu bildiğimiz bir adamın öyküsü. Özetinin özeti bu olan filmi ilginç kılan iki faktör var: Biri elbette ki eşsiz Daniel Day-Lewis, diğeri ise iğneyi değil çuvaldızı kendine batıran tavrı. Daniel'ı övme kısmını en sona bırakıyorum, sanırım önce filmi anlatsam daha iyi olacak.
Boksör Danny Flynn 14 yıl gereksiz yere hapis yattıktan sonra salıverilir. Ancak baştan belirtelim Danny İrlanda'da bir hapishanede yatmıştır, yani aslında konu direkt olarak İngilizlerle alakalı değil. Hatta IRA'yı eleştiren bir film. Kendi içlerindeki tartışma ve kararlardan ötürü 14 yıl yattıktan sonra çıktığında bazı şeyleri çok değişmiş bazı şeyleri ise hiç değişmemiş buluyor. Adaptasyonu ise oldukça hızlı gerçekleştiriyor.

Danny ve koçu yıllar önce açılan, sonrasında kapanan, mezhep farklarını ortadan kaldırmak için didinen okulu tekrar açıyorlar. Gençlerin ve çocukların dışarılarda savaşın ortasına dalmamaları için onlara boks eğitimi vermeye başlıyorlar. Tabii Danny bu arada eski aşkını da geri kazanma peşinde.

Eski aşkı evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, ancak gönlü Danny'de. Her İrlanda kadını gibi onun da kocası hapiste.

Film hem politik hem de ahlaki değerleri ve ikiyüzlülüğü çok fena yargılıyor. Mahkum eşleri sadık olmak zorundadır toplum baskısına karşı çıkan Maggie, bu toplum baskısını yaratan lider babasından destek görüyor. Lider baba ise ikilemde. Savaşmaktan ve kayıp vermekten yorgun düştüğü için artık barışın peşinde ancak IRA da kendi içinde bölünmüş durumda. Hem toplum baskısını yaratmayı sürdürmek isteyen hem de barışa kesinlikle karşı çıkan çok önemli yerde adamlar var ve sözleri geçiyor. Buldukları her boşluğu kullanmaktan çekinmedikleri için elbette en zayıf halka olan Maggie'nin oğlunu kullanıyorlar.

Filmde en çok huzursuz eden nokta savaşı destekleyenlerin sebepleri: "Bizim çocuğumuz ne için öldü, madem öyleydi günahı neydi de öldü?"

Bu söyleme alışkın olmamıza rağmen bu filmdeki rahatsız ediciliği bunu kullanıyor oluşları, aslında savaştan rant elde edenler çocuklarını kullanmaktan öylesine çekinmiyorlar ki ne olduğunuzu anlayamıyorsunuz.

Filmin en tatlı yanlarından biri hemen her noktada sizi ters köşeye yatırması. Cesur olmasını beklemediğiniz kadın son derece cesur, acılı anne aslında savaşın bitmemesi için kocasını fişekleyen güçlü bir kadın - ve bunun için her türlü yolu kullanmaktan da çekinmiyor-, zayıf görünen çocuk aklı başına gelince aslan parçası kesiliyor, toplum baskısını yaratan savaşçı adam barış için en çok çabalayan kişi, ve bunların arasında değişmeyen sadece iki kişi var: Boksör ve Koçu.

Filmde havada kalan şeyler aslında kesilen sahneler izlenince daha bir rayını oturuyor. Mesela Boksör'ün savaş yanlısı aileye karşı bile nasıl soğuk kanlı kaldığını ve o savaş yanlısı ailenin o neden bulaş(a)madığını görüyorsunuz. Onca yıllık kendi suçunu başkasına yatırtan bu aile yine de alttan alta çemkirmekten de geri durmuyor. Maggie'nin kocasını film boyunca hiç görmüyoruz ancak kesilen sahnelerde "aslında beni hiç sevmediğini biliyorum, benden izin sana, git gönlünce yaşa" demesini görüyoruz ve Maggie'nin bir anda nasıl o kadar rahatladığını anlıyoruz.

Daniel Day-Lewis ise filme o kadar başka bir tat katıyor ki, böylesi bir adamı izlemenin ayrıcalık olduğunu açıktan hissettiriyor. Hareketleri, hali, tavrıyla tam bir boksör. Bir o kadar aşık. Bir o kadar da dik başlı. Her şeye rağmen barış için çabalamaktan çekinmiyor ve bunun onun aşkına veya hayatına kast edeceğine bilse bile geri durmuyor. Çabalamaktan neredeyse hiç vazgeçmiyor, ve yıllarca uğruna hapis yattığı adamı hiç satmadığını dile getirmeye bile gerek görmüyor. Kesilen sahnelerden birinde "Neden hiç ötmedin, suç senin değildi?" diye sorulduğunda "gözlerindeki korkuyu gördüm, o bir korkak. Yüzüne vursam ne olacak, korkak olmaktan çıkacak mı?" diyecek kadar da olgun. Ve Daniel Day-Lewis bunu söylerken bize kendisi söylüyormuş hissi verecek kadar "Boksör". Bu adam gerçekten çok bambaşka ve gerçekten çok keyifli.

Jim Sheridan ise bu filmde her zamanki IRA eleştirisini sürdürüyor, ve içeriden bir bakış açısıyla -ama İngiliz taraftarığına kaçmadan, ve hatta neredeyse İngilizleri en az düzeyde karıştırarak- bir İrlanda öyküsü sunuyor. Bize de her an mutsuz olmasını beklediğimiz sonu beklemek kalıyor. İşin tuhafı öyle bir bitiyor ki, hani sırf o son için bile beklenebilir.

İPF (İrlanda Politik Filmleri) No.1: Hunger

Öncelikle çok değişik bir kurgusu olan bir film. Nereden başlamak lazım tam olarak bilemiyorum ama bu aralar İrlanda politik filmlerine sardım diyerek olabilir sanırım. Bu çok da isteğe dayalı olmadı aslında, ancak yıllardır elimde olup da hadi izleyeyim dediğim bütün filmleri İrlanda'ya dair çıktı, ve iyi de oldu.

Film yer yer dogma tadında, ve bazen de oldukça zorlayıcı. Sadece yerlerin silinmesi için 5 dakika geçiyor, sadece sineğin dışarı çıkarılması 2 dakika alıyor. Zaten filmin başlarında konuşma olmayınca bu sahneler oldukça uzunmuş gibi geliyor.

Konu İngiltere'de bulunan İrlandalı daha doğrusu IRA'lı hükümlüler. Belirli suçlardan içeride yatarlarken ellerinden tek tek hakları alınıyor ve kesinlikle sessiz sedasız bunu kabul etmek gibi bir şeyin söz konusu olmayacağına dair karar veriyorlar. Biz konunun ortasından başlıyoruz filmde. Bir kişi içeri giriyor ve o girdiğinde eylem başlayalı zaten çok olmuş. Aslında öncelikle bir gardiyandan başlıyor konu, sonradan mahkumlara kayıyor.

Demir Leydi'ye karşı -kendisini hiç görmüyoruz ama sesi eksik kalmıyor- yıkanmama ve battaniye eylemi yapıyorlar. Yıkanmama derken oldukça pis sahnelerden geçiyoruz, bütün duvar kağıtları aslında dışkı, kurtçuklarla beraber uyuyorlar, bir anda bütün hücrelerden idrarlar salınıveriyor koridora. Battaniye eylemi ise mahkum kıyafeti giymeyi reddetme üzerine kurulu.

Hapishane pisliğe daha fazla tolerans göstermemek ya da iyice rencide etmek adına elebaşı konumundaki kişiyi yıkayıveriyor. Bütün duvarlar tek tek temizleniyor. Bunlara karşılık olarak da giyim hakkı (!) veriliyor, sadece İngiliz kıyafetleri elbette.

Filmin tarafsız bakmak gibi bir derdi kesinlikle yok. Hatta alabildiğine taraflı yaklaşımı mutlu edici. Ne şiş yansın ne kebap gibi bir duruma kesinlikle girmiyor. Eleştiriyor ama bunu da taraflı yapıyor. "Aman İngilizleri de kırmayalım bu arada canım" demiyor.

Bu sessiz ilerleyen film yarısını geçince boyut değiştirmeye karar veriyor. Elebaşı mahkum ve rahip arasında bir muhabbet başlıyor ve bütün filme yayılabilecek o diyaloglar bir anda takır takır saydırılmaya başlıyor. Sanki filmin o ana kadar olan sessizliğinin öcünü almak istercesine o kadar hızlı konuşuyorlar ki, takibi zor ama katkısı büyük muhteşem bir 20-25 dakika bekliyor bizi.Her şeyin konuşulduğu o sahnenin konuşmalarına dair bir ipucu vermeyeceğim, zira beklenmedik bir anda beklenmedik yönlere giden o konuşma hem filmin konusuna hem de akışına o kadar keskin bir dönüş yaptırıyor ki söyleyince filmin havası kaçar sanki. Ancak ilk 10 dakikasında hiç oynamayan kamera da bu konuşmanın 3. kişisi gibi muhteşem bir rol üstlenmiş. Kim konuşursa konuşsun sadece iki kenardan kişileri, ve onların arasındaki o boşluğu alan kamera kullanımına ben şapka çıkarttım ve hala da hayranlıkla anmaktayım.

Bu muhteşem diyalog sahnesinden sonrası açlık grevi. Bir insanın açlık grevi sırasında çektiği her türlü acıyı -hem de bize hiç acımadan- filme çekmiş yönetmen. Her türlü yarayı, o yaraya dokunulunca verilen tepkiyi, günden günde erimeyi tek tek gösteriyor. Gayet sessiz ve bir o kadar da vurucu bir şekilde film bitiyor sonrasında. Hemen öyle şipşak filan sanılmasın, gayet uzun uzun açlık grevi sahneleriyle hem de.
Politik bir film çekip politik bir tavır da takındığı için çok sevmiş olabilirim bu filmi. Ya da Michael Fassbender'dan muhteşem bir oyunculuk izlediğimiz için. Ya da sadece o diyalog sahnesi için bile sevmiş olabilirim. O sessizliğin bir anda kırılıp yeniden o sessizliğe dönüşü bir o kadar beklenmedik yaptığı için olabilir. Bir yönetmenin ilk filminde bu kadar güzel sahnelerle donatıp bir o kadar da cesur olduğu için de olabilir. Netice itibariyle gerçekten çok sevdiğim ve bir daha izlemeye de cesaret edemeyebileceğim bir film görmüş oldum.

7 Temmuz 2009 Salı

Zavet - De Get!

-Uzun bir aradan sonra dönüşü neden nefret ettiğim bir filmi yazarak yapıyorum hiçbir fikrim yok. -

Bu filmi Emir Kusturica'nın çektiğine inanmıyorum. Hatta inanmak da istemiyorum. Bu filmi mümkün olan en kısa sürede unutmak, kafamdan çıkarabilmek için kelimelere döküyorum sanırım.

İlk 20 dakikası çok eğlenceli bir köy filmi gibi duran bu film, tam alıştığınız ve artık bırakamayacağınız anda şehir hayatına geçerek ters köşe yapıyor. O köy hayatının samimiyeti komple yok oluyor ve hızla unutulmak istenen bir filme dönüşüyor.

Konu basit ama eğlenceli görünen, ama ne basitliği ne de eğlenceyi veremeyen cinsten. Esas oğlumuzun dedesi artık ölümün yaklaştığını düşünerek çocuğu şehre gönderir ve kendisine söz verdirir: İneklerini satıp, bir Aziz ikonası, bir hatıra ve bir gelin almadan gelmeyecektir. Tam bu noktaya bir dip not düşelim: Zavet söz vermek anlamına geliyor.

Tsane'nin öyküsü o çocuk birazcık daha büyük olsa belki eğlenceli olabilirdi ama o kadar küçük bir çocuk için bu hikaye hiç keyifli olmamış.

Köy kısmından başlayalım en iyisi yazmaya. Köyde dedesiyle yaşayan Tsane keyifli bir çocuk. Okula gidiyor, ama okulun tek öğrencisi. Müfettiş geliyor bir gün ve okulu kapatma kararı alıyor. Bu arada müfettiş dedenin de aşık olduğu öğretmene aşık oluyor. Bu sahneler müthiş yaratıcı ve canlı. Bir o kadar eğlenceli ve merak uyandırıcı, çünkü dede yaratıcı bir kişilik, ve bir elmalı havuz sahnesi var ki gerçekten çok çok güzeldi. Dede havuz/banyoya tamamen yüzeyini kaplayacak şekilde elmaları döküyor ve çocuk süt banyosu gibi elma banyosu yapıyor. Elmalar da köy elması!

Bu 15-20 dakikalık keyifli bile sayılabilecek zamandan sonra şehir kabusu başlıyor. Şehir kabusunun daha ilk sahnesinde hayvanlarla ilişki konuşması giriyor ki, öyle çok yenilir cinsten değil. Yaklaşık 5 dakika süren bu sahne, en sonunda yeter be dedirtiyor. İşin enteresan yanı bütün film boyunca bu hayvanlara eziyet muhabbeti sürüp gidiyor.

Tsane bu hayvan manyağı adamla karşılaşıyor. Tsane dediğimizde hepi topu 10 yaşlarında bir çocuk. İneği çaldırıyor, peşinden gidiyor. Türlü maceraya balıklama dalıyor, arada da aşık oluyor.

Aşık olduğu kızı köprüde görüyor. Jasna şehirde yaşayan bir öğrenci. Annesiyle kalıyor. Anne striptizci ama öğretmen sanıyor bizim kızımız, ya da öyle kabul ediyor. Her ne olursa bu filme bir dram ya da duygu katmıyor. Zaten herkes her şeyi fazlaca kolay kabul ediyor, ama bir mantık çerçevesinde değil. Sanırım film zaten genel olarak 6-10 yaş için çevrilmiş.

Bundan sonrası Jasna'yı ayartmak, kötü adamları def etmek, dedenin yanına dönebilmek gibi özetlenebilir. Dedenin köyünde de curcuna durmamakta, herkes azgın öğretmeni kapmaya çalışmaktadır.

Tsane şehirde dedenin bir yakının akrabaları olan her şeye kafa atabilen iki kardeşten yardım almaktadır. Bu iki kardeş de hayvan meraklısı adamla iş yapmaktadır. Hayvan meraklısı adam bir kulüp işletmetedir, ve striptizciler çalıştırmaktadır. Tsane'nin ilk kez milli olması için onun hizmetine verdikleri kişi ise Jasna'nın annesidir. Jasna ise Tsane'nin biricik aşkı. İşte böyle halka şeklinde kişi bağlantısı var filmde. Elbette neticede iyiler birlik olur, kötüleri alt ederler. Bu esnada bizim de içimiz bayılır, o ayrı.
O kadar çok hayvanlarla ilişki konusu geçiyor ki filmde, bir yerden sonra cidden uzaklaştırıyor filmden.

Durmaksızın hareket var filmde. Saniye durmuyor, ama öyle hiperaktiflik hareketi şeklinde de değil açıkçası, bir yerden sonra çok fena bayıyor. Özetle bu filmi Emir Kusturica'nın çektiğine inanmıyorum. Hatta inanmak da istemiyorum. Ve en kısa sürede unutmak istiyorum.