24 Ağustos 2009 Pazartesi

Kurgunun Kurgusu No:3, The Imaginarium of Dr. Parnassus

Terry Gilliam'ın son şahanesi Cannes'da premier'i yapılmış, 16 Ekim 2009'da sinemalara düşmeye başlayacak olan The Imaginarium of Dr. Parnassus. Filmin yarattığı hayal dünyası ve büyüleyici görüntülerine gelmeden önce herkesin ilgisini çekecek tarafı Heath Ledger'ın ölmeden önce oynadığı son film olması. Hatta çekimler esnasında öldüğü için yönetmenin aklından geçen ilk şey filmin bu olaydan sonra devam edemeyeceği olmuş. Bu talihsiz durumu çözmek için Ledger'ın oynadığı Tony rolünü, karakterin geçirdiği üç değişimi - hayal dünyasına giren aynaya girişi - esas alarak üç farklı aktörün oynamasına karar verilmiş. Bu aktörler sırasıyla Johnny Depp, Colin Farrell ve Jude Law. Bu dahiyane çözüm hem Ledger'ın performansının bir defa daha izlenmesini, hem de filmin farklı aktörlerle zenginlik kazanmasını sağlayacak gibi görünüyor. Ledger'ın filmin önüne geçmesi filme zarar vermekten çok onu destekleyecek gibi geliyor bana, çünkü bunun bir önceki örneği Joker.

Film günümüz Londra'sında bir gezici tiyatronun etrafında geçiyor. Tiyatronun sahibi 1000 yaşındaki Dr. Parnassus. Bu tiyatronun seyircileri aynadan geçerek hayal dünyalarını keşfetme olanağına sahip oluyorlar. Dr. Parnassus'un özelliği insanların hayallerini yönlendirebilmektir. Ölümsüzlüğünü ise şeytanla - nam-ı diğer Tom Waits - yaptığı anlaşmayla kazanmıştır. Şeytan anlaşmanın karşılığı olarak 16 yaşına geldiği zaman Dr. Parnassus'un kızına sahip olacaktır. Doktor kızını kurtarmak için kızını evlendireceği vaadiyle yardım ister.


Fragmanın büyük bir beklenti yarattığı çok açık. Ama ben fragmanda öne çıkartılan uçucu görselliğinden ziyade Fisher King, 12 Monkeys ve Fear and Loathing'in yönetmeninden içerik açısından dopdolu, ölümsüzlük, hayaller, neşe-keder gibi konularda farklı anlamlar yaratan, daha ağır bir film bekliyorum. Hadi hayırlısı...

Yüksek çözünürlüklü fragmanı resmi sitesinde yer alıyor:
http://www.doctorparnassus.com/

Diğer video ve fotoğraflara şuradan ulaşabilirsiniz:
http://www.imaginariumofdrparnassus.com/multi-media

Cinayet Nasıl İşlenir? No:1, Double Indemnity

Double Indemnity tek bir fazlalığı olmayan, seyirciyi sürekli takipte tutan, mükemmel bir film noir. Konusu zengin kocasını sevmeyen, hayatını yaşamak isteyen Phyllis'in sigortacı satıcısı Walter'ı ayartması, adamın zaten ayartılmaya müsait olması ve birlikte bir cinayet işlemeleri. Kişiler soğuk sarışın bir femme fatale, zeki bir sigortacı ve sigorta başvurularını dedektif gibi takip eden şefi Barton. Bütün bunlar çok bilindik, çok tekrarlanmış gibi görünüyor, ama sonradan çekilen bütün benzeri filmler double indemnity'nin mükemmelliğine ulaşmaya çalışan bahtsız denemelerden başka bir şey değil. Katilin kim olduğunu merak ettirmek yerine, bir cinayetin planlanışını, işlenmesini ve açığa çıkartılmasını ortaya koyuyor. Üstelik katiller öldürdükleri adamın sigortasını çifte tazminat olarak almaya kalkışacak kadar cüretkar.

Film üç kişinin hesapları çevresinde dönüyor. Başroldeki Walter hırsına yenilip dürüst hayatını bırakan, attığı her adımı hesaplayan, arada insani duygular gösteren bir adam. Filmi onun gözünden takip ettiğimiz için cinayeti işlerken ve cinayet sonrasında geçtiği sorgularda o soğukkanlılığını korurken biz soğuk terler akıtıyoruz. Barton hayatını sigorta şirketini kandırmaya çalışan insanları yakalayarak kazanan, içgüdüleri sayesinde bunda gayet başarılı olan bir adam. Barton filmde dürüstlüğün tek simgesi, ancak o da bunu şirketin para kaptırmaması için yapıyor. Filmde en az özdeşleşilecek karakter her zaman kendini karanlıkta tutan, duyguları kontrollü olan gözü kara Phyllis. Adamlar düşünceleri, şüpheleri, iddialarıyla sürekli kendilerini ortaya koyarken, Phyllis son ana kadar sürekli oynuyor. Film Walter'ın Phyllis ve Barton ile ilişkisi ve bunların plan kurma ve birbirlerinin planlarını çözme konusundaki yeteneklerini çarpıştırmaları üzerinden yürüyor.

Double Indemnity minimal, zekice kurgulanmış, kara bir film. Bu filmden öğreneceklerimiz arasında cinayet işlemeye kalkışırsanız çelik gibi sinirlerinizin olmasının şart olduğu ve öldürmek amacıyla ateş ediyorsanız ikinci atış için tereddüt etmemeniz gerektiği var. Bir de aman hedefine ulaşmaya karalı kadınlara dikkat edin.

20 Ağustos 2009 Perşembe

7 Ağustos 2009 Cuma

Marley and Me

Bir fragman hüsranı daha yaşadım. Ne kadar eğlenceli bir romantik komedi dedim, kendi evimizin neşesi olan kedimin yaramazlıklarını anımsatan Marley'i mutlaka severim dedim, ama olmadı. Filmin yola çıkışı gayet güzel: yeni evlenen bir çiftin hayatına giren marley'in bütün taşkınlıklarına rağmen vazgeçilmez bir aile bireyi olması. Çiftimiz amerikan statü basamaklarını hızla çıkan, defosuz, sakıncasız bir çift. Kadın daha planlı, daha hırslıyken, erkek daha duygusal, daha geri planda. Erkek kadının planlarında yer alan sonraki aşamayı erteleme niyetiyle bir köpek alır. Köpek pek sevecendir ancak diğer yandan laf dinlemez bir kemirgendir. Köpek büyür. Çift olağan sancılarını yaşarlar: çocuğumuz olacak mı, çocuk için işi bırakmalı mıyım, sevmediğim daha yüksek maaşlı işi kabul etmeli miyim gibi. Sonrasında bir çocuk, daha büyük bir ev, bir çocuk daha, daha da büyük bir ev şeklinde olaylar gelişir. En sonunda köpek ölür ve uzun acıklı sahnelerde birkaç damla gözyaşı dökeriz.

Filmden tek beklentim bir köpeğin bir ailedeki yerini birazcık derinlikli bir şekilde vermeleriydi. Oysa çiftin yaptığı tek şey Marley'i bütün yaramazlıklarına rağmen kabul etmeleri oldu. Marley bu esnada bol bol koştu, bütün eşyaları kemirdi ve tek bir emri bile yerine getirmedi. Tek çarpışma kadının doğum sonrası depresyonu esnasında köpeği kısa süreyle evden kovması oldu. Aralarındaki bağı gösteren sadece iki-üç laftan ibaretti. Bu ilişkiyi aileyi köpekle beraber hoplatıp zıplatmaktan daha yaratıcı bir şekilde gösteremeyeceksen neden bir film yapma zahmetine katlanırsın ki? Köpeğin insanın en iyi dostu olduğunu söylüyorsan bu duygunun nerden geldiğine dair bir şeyler vermelisin öyle değil mi? Neyse ki aradaki boşlukları biz dağarcımızdan doldurduk, o yüzden Marley yaşlandığı zaman içimiz burkuldu.

Sonuç olarak bir tane daha üç çocuklu amerikan ailesi saadeti izlemiş oldum. Karakterlerin olgunlaşması ideal olarak dayatılan ahlakın izinde ilerliyor. İnsanlar sanki hayatları için aldıkları kararlarda kararsızlıklara düşüyormuş, insani hatalar yapıyormuş gibi gösterilmeye çalışılırken sadece ve sadece klişeleri tekrarlıyorlar. Hataları, aldıkları dersler, diğer karakterlerle zıtlaşmaları öyle kitabına uygun, öyle defosuz ki ortaya ne bir aile draması, ne de bir köpek portresi çıkıyor. Oyunculukların ne kadar ruhsuz ne kadar yüzeysel olduğunu söylemek ise körün gözüne parmak sokmak gibi bir şey. Ve ben keşke gürültülü aile komedilerinden biri olsaydı en azından biraz gülerdik diye düşünmeden edemiyorum.

2 Ağustos 2009 Pazar

İPF No.3: In the Name of the Father

Babası için babasıyla savaşan birinin hikayesi. Uçarı bir İrlandalı olan Gerry hayatını babasıyla çatışarak geçirmekte. Devamlı olarak birinin ak dediğine diğeri kara diyor. İşin tuhafı ise oğlunu kurtarmak her seferinde babaya düşüyor.
Bir Jim Sheridan filminde olması gerektiği gibi IRA'ya karşı İrlandalıları izliyoruz. Belfast'ta IRA'ya katılmayı reddeden daha doğrusu belki doğru düzgün IRA'nın ne olduğunu bile bilmeyen bir çocuk Gerry, iki arkadaş bir şeyler çalarak öyle takılıyorlar. IRA bunları tehdit ediyor, düzgün insanlar olun diyor, yoksa bacaktan şişleriz.

Düzgün olamayacağı belli olan Gerry ülkeyi güle oynaya terk ediyor. Gidiyor ve çiçek çocuk oluyor. Ama ufak bir sorun var: Çiçek çocukların hepsi çok da barışçıl insanlar değil, İngiliz-İrlandalı çatışması çiçek bile olsalar sürüyor.

Türlü tesadüflerin olduğu bir anda iki arkadaş -gemide karşılaşılan çocukluk arkadaşı ve Gerry- bir bar saldırısından dolayı suçlanıyorlar. Görülmeyen yerlerine(!) vurularak ve türlü duygusal işkenceden geçirilerek suçlu olduklarına dair ifadelerini imzalamak zorunda kalıyorlar. Bir tek tanıkları var, o da var olduğundan bile emin olunamayan evsiz bir İrlandalı şarapçı. Bundan sonrası tam bir psikolojik gerilim.

İngiliz hükümeti ve polisleri rahat durmuyor ve Gerry'nin ailesini de içeri alıyor. Hasta olan babası hapse atılıyor. Hiç bir şekilde seslerini duyuramıyorlar. Filmin güzel, hayatının acı yanı ise babasıyla hiçbir zaman bitmeyen çelişkileri. Çok inançlı ve yılmayan bir karakter olan babasına karşılık Gerry hayatını yaşamak isteyen, pek bir inancı olmayan ve kolay yılan biri. Buna rağmen baba her istediğini yaptırabiliyor, buna bir çiçek çocuk olmak isteyen oğluna uyuşturucuyu bıraktırmak da dahil.

Hapishanede zorlu bir zaman geçirdikten sonra IRA liderlerinden biri bulundukları yere düşüyor, ve hayatlarını kolaylaştırıyor. Şiddetin her türlüsüne karşı olan baba bu adama güvenmezken, Gerry onun dümen suyuna giriveriyor. Adamın gerçek yüzünü gördüğü anda olayların farkına varıyor ve artık babasıyla çatışmaktan vazgeçiyor. İşin tuhafı bu adam bahsedilen barı kendisinin bombaladığını itiraf ediyor, ama bir anda tüm kulaklar kapanıyor.

Baba bunun üzerine hırslı bir avukat tutuyor, ona güveniyor. Yıllar yıllar süren hukuk sürecinde olan yine babaya oluyor. Babasını kaybettikten sonra daha da büyüyen ve daha da ona benzemeye başlayan Gerry haklı savaşlarına babası için devam ediyor. Bu ölüm sahnesinde ise çok güzel bir görsellik yakalanmış, ve gözlerden yaşların akması engellenemiyor.

Ne oluyorsa oluyor, ve tek tanığın aslında ifade verdiği ve bunun üstünün örtüldüğü ortaya çıkıyor. Filmin en acıklı sahnesi: Tanık daha 1.yılda bulunmuş! Sadece İrlandalı oldukları içi her türlü suçu işleyebileceklermiş gibi görülmek, türlü aşağılanmalardan ve işkencelerden geçmek, ve sonrasında kuru bir özür almak. Yanma sahnesi de dahil olmak üzere hiç bir sahne filmin mutlu sonu kadar rahatsız etmiyor. Böyle mutlu son olmasa da olur diyecekken filmin gerçek bir hikayeden uyarlandığını hatırlamak daha da kötü yapıyor.
Hem IRA'yı hem de İngiletere'yi suçlu gören tavrıyla Jim Sheridan-Daniel Day-Lewis ikilisi bu filmde yine döktürüyorlar. Özellikle Jim Sheridan'ın bu bakışını görmek alışılageldik ama her seferinde yine de şaşırtıyor. Çuvaldızı bu kez hem İrlanda'ya hem İngiltere'ye batırıyor. Şiddetin karşılığı şiddet midir, hem İrlanda hem İngiltere şiddeti nasıl körüklemiştir, hem İrlanda hem de İngiletere bütün bu savaş boyunca nasıl da karşılıklı olarak suçludur kavramlarını öyle bir yediriyor ki filme saygı duymamak mümkün değil. Gerry rolünde Daniel Day-Lewis, baba rolünde Pete Postlethwaite, avukat rolünde Emma Thompson çok bambaşka insanlar olduklarını bir kez daha bize gösteriyorlar.

He's Just Not That Into You

Filmi Türkçe'ye "Erkekler Ne Söyler, Kadınlar Ne Anlar?" diye çevirmişler ki, "Aslında Senden O Kadar Da Çok Hoşlanmıyor"dan çok daha güzel oturmuş. Tabii film hakkında biraz fazla ipucu veren bir ad olmuş, ama kesinlikle çok daha başarılı.

Film genel olarak bir kadın filmi. Hatta öğretici bir film. Bittiğinde yazan kişilerin hangi cinsiyetten olduğuna dair tahminde bulunmak çok zordu. Öylesine erkek gelen bir filmin bir anda dişileşmesi şaşırtıcıydı, ve yazarların adını görene dek sürdü bu şaşkınlık. Bir erkek ve bir kadından çıkan hikaye başka bir erkek ve bir kadın tarafından senaryolaştırılmış. İşte tam da bu havada zaten film. Erkeklerin bakış açısını kadınlar tarafından gördükten sonra kadınların bakış açılarını gören erkeklere geçiveriyoruz. Ama bunu tatsız bir şekilde yapmıyorlar.
Genel konusu olarak bir sürü kadın ve erkek bir şekilde ortak tanıdıklar vasıtasıyla ilişki içindeler. Kendi özel hayatlarındaki ilişkilerinin başarı ya da başarısızlığını izliyoruz.

Filmin en sevdiğim iki hikayesinden biri Beth-Neil ilişkisi. 7 yıldır birarada olan ama evlenemeyen bir çifti oynuyorlar. Kadın evlenmek istediğini belirtemiyor çünkü adam evliliğe inanılmaz derecede karşı. Ama kadın bir noktada evlenmek istediğini dile getirince ilişki son buluyor. İşte esas güzellik bundan sonra başlıyor. Evli çiftleri izleyen kadın onların mutsuzluğunu görüyor. Sevgilisinin ona yaptığı jestleri fark edip evlenmekten vazgeçiyor. Tam bu noktada erkeklerin evlenmeme sebeplerinin kaçırdıkları kadınlar olduğunu fark eden adam ise 7 yıl içinde zaten bir başkasına hiç bakmadığını fark edip evlenmekten kaçmanın bir anlamı olmadığını görüyor. Sonu bir kadın fantezisi elbette, ama gelişimi çok naif. Kadın Jennifer Aniston, adam ise Ben Affleck (-ah bi de rol yapabilse-).

Bir diğer hikaye ise denemekten hiç vazgeçmeyen Gigi. Başlı başına hikayenin tamamı Gigi aslında. Kendinden hoşlanılmadığını dahi anlayamayacak kadar iyi niyetli. Çıktığı her erkeğin rüyalarının beyaz atlı prensi olduğu yanılgısında. Onun ayaklarını yere bastırmaya çalışan ise yine bir erkeğin peşindeyken tanıştığı ve kendisinden hoşlandığına emin olduğu Alex. Alex'in ise bu duygularla -belli bir noktaya kadar- hiç alaksı yok. O ana kadar nafi ve sakin olarak betimlenen Gigi'nin patladığı tek insanın Alex olması ise hikayenin kırılma noktası oluyor. Gigi karakterini hiç değiştirmeden yoluna devam ederken, Alex yerden yukarılara doğru yol alıyor. Hikayenin en can alıcı belki de kadınlar için öğretici olan konuşmaları bu ikili arasında geçiyor. Kadınların tipik nevrotik davranışlarını sergileyen Gigi'ye karşı Alex tam bir erkek bakış açısında. "Sana şunu diyorsa altında anlam arama işte, erkekler düz bakar" geyiğinin bir numaralı temsilcisi. Onun ayaklarının yere fazlaca sağlam bastığının kanıtı ise yine Gigi. Her türlü kırılmaya, aranmamaya ve istenmemeye rağmen akıllı bir kız olan Gigi denemekten vazgeçmeyerek kazanıyor. Gigi rolünde Ginnifer Goodwin, Alex rolünde ise Justin Long hikayeyi çok hoş bir oyunla veriyorlar, ve akıcılık bir noktada onlara teslim edilmiş durumda. Şahis kanaatimce de iyi ki de onlara teslim edilmişi Yüzlerine diğerleri kadar aşina olmadığımız bu ikili hikayeyi çok gerçekçi götürüyorlar, ve biz kadınları mutlu edecek olan hikaye de onlarda zaten.

Bunlar dışındaki hikayeler de sevimliden ziyade öğretici. Ama filmin ahlaki yaklaşımı biraz da sinir bozucu. Filmin başında sadece bir evli çiftimiz var, ve erkek aslında evlenmek istememiş. Karısını aldatıyor, ve karısının bir süre için evliliğini kurtarmak için yaptıklarını izliyoruz. Bu arada aldatılan kadın da Jennifer Connoly yani, az buz bir kadın da değil. Adamın aldattığı kadının da Scarlett Johansson olduğunu düşünürsek Bradley Cooper'ın şanslı bir adam olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu şans filmin sonuna kadar sürüyor, sonunda elinde patlıyor. Daha da fenası kötü şeylerin sadece aldatan kişilerin başına geliyor olması.

Kısacası filmin genel havası "denemekten vazgeçmeyen kazanır, elindekilerin değerini bilmeyen kaybeder bu hayatta". Bu bakışa gelene kadar güzel ilerleyen film bir anda bu fazla ahlaki bakış açısına bürünmese belki çok daha sürprizli bitebilirdi, ama ahlaka erene kadar getirdiği eğlence hali de yetti.

Sağından solundan ünlü çıkıyor filmin, ama dikkat dağıtıcı şekilde yapmamışlar neyse ki. Her karaktere belli bir hikaye vermişler, hikayesini sevsek de zayıf bulsak da en azından hikayelerinin olması hoş olmuş. Netice itibariyle iyi bir kadın filmi çıkmış, erkeklerin kadın bakış açılarını biraz olsun anlamalarıyla son bulması ise tam bir kadın fantezisi olmuş.