21 Nisan 2009 Salı

Revolutionary Road ve Yer Yer Titanic Karakterleri

8 yıldır evli olan bir çiftin hayalleri ve hayatları üzerine bir film. Öncelikle bu sefer de kesinlikle objektif bir bakış açımın olmadığını belirtmeliyim. Şahsen izlerken Titanik mutlu sonla bitseydi işte gelecekleri durum buydu dercesine izledim filmi. İnanılmaz bir şekilde bir anda başlayan aşk, ve aynı vuruculukla o aşkın bitişi.Oyuncu olmak için tutku derecesinde bağlılıkları olan bir kadın April. Titanik'de Rose olduğunda da, Jack tutkusu için herkesi hiçe sayabiliyordu. Zenginliği tutku haline getirmemiş olması onun başka şeylere tutkuyla bağlanmaması için bir sebep değildi, zaten zenginliği tattığı için fakirliğin samimiyetine özeniyordu. Bu filmde de tam tersi, zenginliği ve başarıyı hiç tatmadığı için kuralları yıkmayı tutku haline getirmiş bir kadın. April belki yine zengin biri olmuş olsa, bu sefer de fakir yerlerde yeni maceralar peşinde koşabilirdi. Tek umudu Paris, çünkü burada sınırlarını zorlayabileceği kadar zorlamış, artık yeni tutkular bulması lazım, evi o geçindirse mesela ne kadar da güzel olur değil mi? İşte bu fikir aklına geldiği anda balıklama atlıyor ve hemen bunun yollarını araştırıyor. Sevgili kocası Frank'e bunu kabul ettirmenin yolunu bulmak için her şeyi denemekten çekinmiyor.

Frank, dışarıdan bakınca yeniliğe açık, ama gerçekte değerlerine bağlı, biraz dediği yapılsın isteyen biraz da boyun eğen bir tavır sergileyen bir karakter. Her sorunu çözümlemek istiyor, bu konuda daha dürüst davranıyor, ama neticede April'i, April'ın onu sevdiğinden çok daha fazla seviyor. Ama kendi hayatını daha önde tutan biri aynı zamanda Frank, Paris'e taşınma fikrine kapıldığı anda gelen terfiyi reddetmekle etmemek arasındaki karar aşamasında o büyük hayallerin hepsini bir anda arkaya atabiliyor ve bunu yaparken o baskın April'e sormayı düşünmüyor bile. Neticede o evin erkeği ve kararları o verir.

April bunu kabul eder mi peki? Etmez mi? Edebilir de etmeyebilir de, işte bu da filmin en güzel noktası. Çünkü April ne yapacağı önceden kestirilemeyecek kadar belirsiz bir karakter, bir anda hiç beklenilmeyen bir tepki verebilirken bir anda tam da düşündüğünüz şeyi yapabiliyor. En çok bu yönü belki de bana Rose'u hatırlattı, o da kafasına estiği gibi davranmakla aristokrasi kuralları arasına sıkıştığı anlarda hangisini seçeceğini -zaman zaman- tam olarak kestiremediğimiz biri olabiliyordu.

Titanik'teki Jack, yine kararları aslında kendisi alan ama bunu çok da çaktırmayan biriydi. Yine biraz kendi hayatını önde tutabiliyordu, ama ne olursa olsun Rose'u en en önde tutuyordu. Rose için kendi hayatını veren bir karakterdi kısaca, ama Frank bunun tam tersi, kendi kariyeri için April'i -belki de o kadar da farkında olmadan- harcıyor. Kendi aldatmasını "hiç önemli değildi, bir anlamı da yoktu, takılma sen, seni seviyorum ben" diye geçiştirebiliyorken, April'in "ama ben seni sevmiyorum" deyişini çok büyük bir krize çevirebilecek kadar da obsesif, kendi yaptıklarının tamamını göz ardı ederken, kendine yapılan her şeyin farkında olması da enteresan. Hayatta tek korkusu April'in kendini sevmemesi gibi davransa, ve kıyamet koptuktan sonraki gün "benden gerçekten nefret etmiyorsun değil mi?" diye sorsa da, bunun aksi için de pek bir çaba harcamıyor.

April Frank'e aldattığını hiç söylemiyor mesela, ki kendisi için gerçekten zerre değeri yok o aldatmanın, sadece bir tür hınç alma, ama Frank'i sevse de sevmese de, onu yaralayacak her türlü lafı etmekten çekinmese de aldattığını söylemiyor. Böylesi tahmin edilemez bir karakter oluşu filmi daha bir güzel kılıyor. Rose da aldatan bir kişiydi unutmamak lazım. Tamam belki Jack'i hiç aldatmadı, ama Jack'le tanıştığında nişanlıydı.
Karakterleri bazında aşağı yukarı böyle bir film, filmin en ilginç karakteri ise ne Frank ne de April, sinir krizleri geçiren matematikçi Michael. Her şeyi çok net gören, söylenmek istemeyenleri söyleyen, hem de doğrudan söyleyen, hiç çekinmeyen ve zaman zaman da deliliğin ardına şahane bir şekilde sığınan çok değişik bir karakter. Zaten filmin dönüş noktasının sebebi de kendisi.

Neticede mutlu gibi başlayan mutsuzluğu garanti, birbirini seven ama sevmeyen bir çiftin öyküsünü izliyoruz. Çevre baskısını ve ne derece cesaret kırıcı olduklarını görüyoruz. Farklılığa tahammülsüzlüğü gözleyip, arkadan konuşmalara irkiliyoruz. En değişik insanlar bile olsa unutulmanın, daha doğrusu unutmak istemenin kolaylığı karşısında hayrete düşüyoruz. Kate'in performasına hayran olup, nasıl olup da öyle güzel Amerikan aksanı yaptığına anlam veremiyorken, yanında nispeten tıfıl kalan Leonardo di Caprio'yu ise uzun süredir en iyi rol yapışıyla izliyoruz. Bu arada resimlerden görüldüğü üzere Frank'in April'e bakışı hep çok yumuşak, hep çok duygulu, çok aşık ve çok güzel.

10 Nisan 2009 Cuma

Kate & The Reader

--Gene kişisel bir notla başlıyorum, bıkkın duy sesimi, anladın sen onu!--

Kate Winslet'i oldum olası sevmişimdir, oyuncu olarak sevmemin yanında sanıyorum inatla kilo vermeyen o haline de bayılıyor olabilirim. Hatta bir açıklamasında "boşuna bana kilo ver artık deyip de çenelerini yormasınlar, oyunuma baksınlar, ben vücudumu bu hali ile seviyorum" gibisine bir şeyler dediğini okumuştum. Titanic ile hayatımıza giren bu kadını ben en son The Reader'da izledim, ki Oscar'ı nasıl aldığını göreyim, bu kadar ağladığına değdi mi Kate diyeyim diye.

Bu sene Oscar'lar için çok bereketli bir yıldı bence, neredeyse bütün filmler iddialıydı. Hatta Slumdog gibi bir muhteşem olmasaydı, son derece çekişmeli de geçebilirdi, ve The Reader da büyük ihtimalle ödüllerle dönebilirdi.Okuma-yazma bilmeyen cahil ama dirayetli bir kadının, okuma-yazması olmamasından utanması ve bunu yüzünden caniliği bile üstüne alması gibi özetlenebilir aslında film. Güçlü bir kadın olan Hanna, kitapları çok seviyor, ve birileri kendine okusun diye onları kullanmaktan çekinmiyor. Daha doğrusu, aslında onları kullandığının farkında olduğundan bile şüpheliyim, sadece daha çok şey okutmak istiyor, bunu zamanı, mekanı ve koşulları çok da önemli değil. İster ona aşık olan ve ilk cinsel deneyimlerini onunla yaşayan bir oğlan çocuğu olsun, ister bir nazi kampı.

Filmin ilk yarısı o oğlan çocuğunun kadına duyduğu biraz da hastalıklı bağlılığı izliyoruz, ancak ilk cinsel deneyim olduğu için aslında kadına mı bağlı yoksa cinsel deneyimlerine mi tam da emin olamıyoruz, ama Hanna'yı kaybetmeyi göze alamıyor, ve bunun için ne gerekiyorsa yapıyor. Olayın Hanna yönü ise, işleri karışıklaştırmaksızın kitap okuma karşılığı seks. Ancak bir kez bile okuma bilmediğini söyleyemeyecek kadar da kibirli. Asla belli etmiyor bunu, ve oğlan 10 yıl sonra gerçeğin farkına varıyor.

Sonra bu romantizm/yasak aşk olayı Michael'ın kadına fazlaca bağlanmasıyla son buluyor, pılısını pırtısını toplayıp bir anda yok oluyor Hanna. Bir süre bekleyen çocuk kendi hayatını kurmaya başlıyor. Hikaye burada kesiliyor, sonra 8 sene ileriye gidiyoruz, çocuk artık büyümüş, üniversitede hukuk okuyor, ve canlı canlı bir mahkeme salonuna gidilen bir dersle yine Hanna ile karşılaşmalarını görüyoruz. Aslında kendini göstermeksizin izliyor, bir yanıyla savaşa dışarıdan bakan her Alman gibi, diğer yanıyla kadını tanıdığı için etiğini sorgulayarak.

Filmin bundan sonrası savaş ve etik üzerine... Hanna çok büyük bir suçla yargılanan bir grup gardiyandan biri, çok açık bir kadın olduğu ve her şeyi düz mantıkla gördüğü için "hepimiz ne gerekiyorsa yaptık, yapmamalı mıydık?" diyor. Tabii bunu herkes oh iyi ki de yaptık gibi anlıyor ancak Hanna'yı tanıyan biz seyirciler bunu "yapmasaydım ne yapacaktım, ben yapmasam başkası yapacaktı, emir buydu" gibi anlıyoruz. Sonra "siz olsanız ne yapardınız?" diye soruyor hakime, "en başta o şirkete yazılarak mı hata ettim? Ben sadece bir gardiyandım, diğerlerinin gelebilmesi için yer açmam gerekiyordu, o yüzden ölüme gönderilecek olanları seçtim" diyor. Sonrası itiraflar ve iftiralar. Bir grup yahudiyi kiliseye koyup yakmakla ve sonra da raporunu yazmış olmakla suçlandığında bile okuma-yazma bilmediğini söylemiyor, ömür boyu hapis cezasını bu bilmezliğe yeğ tutuyor.

Film sonra yine yön değiştiriyor, esas oğlanımızın -büyüdüğü için artık esas adamımız diye anabiliriz- ahlak ikilemlerine geçiş yapıyoruz. Bildiğiyle sevdiği arasındaki uçurumla boğuşmasını izliyoruz, ve sonrasında yine kitap okumalar geliyor. Adamın o kitapları okuyor olması filme öyle güzel bir derinlik katıyor ki, bence çok çok güzel düşünülmüş.

Aslında film genel olarak çok güzel düşünülmüş, almışlar her türlü ahlaki kavramı, evirmişler çevirmişler, hepsine ters taraftan nasıl bakılabileceğini göstermişler. Her türlü etik bigilerinizi sorgulatmayı amaçlamışlar, ve bunu Alman bir kadının yanlışlarıyla gösermişler. Hiç bir saniye Hanna'ya hak vermezken bile bir yanınızla da seviyorsunuz bu karakteri. O güçlü görüntünün altında o bilgiye aç, karşı koymak için bile bilgisinin olmaması hali içinizi parçalıyor. Ne zaman ki bir şeyleri öğrenmeye başlıyor, o zaman karakterindeki ve duruşundaki değişim de çok güzel yansıtılmış.

Film "Almanların hepsi kötü değildir" gibi bir hava taşısa da etik kavram sorgulamasıyla çok hoşuma gitti benim. Bir de o kadar keskin dönüşleri var ki filmin, hayran olmamak elde değil... Aşk konusunu kestikten sonra bir daha geri dönmüyorlar mesela, suçlama konusunu da. Bir konuyu bitirmeye karar verdikleri anda bir daha geri dönmüyorlar ve bu keskinlik filmin temel yapılarından birini oluşturmuş. Zor konusuna rağmen su gibi izlenen bir film olmuş, ve Kate'i hala çok seviyorum, hem de o ağlak heyecanlı Oscar konuşmasına rağmen. Ancak belirtmeden geçemeyeceğim, film sadece Kate'in filmi değil, kesinlikle David Kross ve Ralph Fiennes muhteşem oynamışlar, hatta yer yer konunun gerektirdiği şekilde Kate Winslet David Kross'a eşlik eder gibi olmuş, böyle egosuz oyuncu görmek de ayrı bir zevk.