27 Aralık 2011 Salı

Made In Dagenham

Ingilizler isci filmleri yapmayi cok iyi biliyorlar efendim. Nice ayni konuyu isleyen filmler izledik  ama su neredeyse 2 saat suren filmde aldigim keyfi bir tek Ken Loach filmlerinden aldim... Ah o da nesi, o da bir Ingiliz!
Bir araba fabrikasinin dokuma bolumundeki kadinlarin cifte standart hadisesini yok edisleri en azindan buna calismalarini konu aliyor film. Usta baslarinin yardimiyla son derece cetin bir sekilde haklari icin ugrasmalarini izliyoruz.
Filmimizin ana karakteri evli ve de cocuklu, calisan bir kadin. Oldukca zeki ve cok laf yapan bir agizi var, ki bu da kendisini kisa surede isci liderligine goturuyor... Kadinlardan yapilacak kesintiler ve fazla mesai verilmemesi, daha da beteri yaptiklari isin hor gorulmesi yeter artik noktasina getiriyor ve fabrikayla pazarliga girisiyorlar. Fabrika araya sendikayi sokarak durumu idare etmeye calisiyor. Idare etmek dedim ama daha ziyade ne sis yansin ne kebap, kapitalizm cok yasasin ve en cok ben kazanayim isciler de hic umrumda olmasin seklinde bir idare edis bicimleri var. Dunyanin en buyuk guclerinden biri olan kadinlari fazlaca hafife aliyorlar kisacasi.
Kadinlar madem oyle diyerek greve gidiyorlar. Nasil grev yapilacagini da pek bilmeyen bir grup kadin yavas yavas orgutlenip birbirlerine de tam destek olmaya basliyorlar. Tabii fabrika ve sendika olayin gidisatindan hic memnun olmayarak daha cok ezmeye calisiyor. Kadinlar evleriyle de sorunlar yasamaya basliyorlar, bir kisim kocalar destek olmak bir yana tamamen karsi dururken, buyukce bir kisim da cekingen oy kullaniyor: "Sen bilirsin ama bence bu ise cok da karisma"...
Cesitli aile ve is hikayelerinin sonunda is inada biniyor ve baskentin yolunu tutuyorlar. Fabrika ve sendikanin inanilmaz buyuk rusvetler ve de tehditlerle kendi saflarina cekmeye calistiklari bakanin kadin olusu hadiseyi tumuyle degistiriyor ve yasasin kadinlarin hakli mucadelesi seklinde son derece mutlu oluyoruz.
Filmin en guzel ve benzerlerinden ayiran yanlarindan biri o vahsi ya da cadaloz, tuttugunu koparan, cok konusan, konusarak yoran karakterlerin hic birini barindirmamasi. Isci liderligine cok da isteyerek gelmeyen kadin, isin hakkini verirken delilerce bagirip cagirmiyor, her isi zekasiyla halletmeye calisiyor. Dengesini bozan durumlar da oluyor elbette ama hayat arkadasi, yoldasi yani kocasinin ve bir de idealist ustabasinin destegini yolun cok buyuk bir bolumunde gormesi onu hep daha cesaretli yapiyor. Ara ara catirdamalar olsa da kocasi yorenin en ileri goruslu kisisi, bunu yansitmiyor olusu durumu degistirmiyor benim gozumde. Kac tane koca karisi eyleme gitsin diye evin tum camasir, bulasik ve de cocuk bakimini ustlenir ki?
Renkleri cok guzel bir de filmin. Muhabbetleri bildiimiz kadin muhabbeti, elbisen de cok guzelmis nereden aldin diyorlar yahu daha ne olsun... Herhangi bir isci filmi olarak izlenmemesi gereken, son derece sakin ve bir o kadar da hakli bir konusu ve de ilerleyisi var. Sendikanin buyuk sirketlere calistiginin altini cizmekten geri durmayarak da gercekten iscilerin yaninda oldugunu kanitlayan nadir filmlerden. Oyunculuklarin tavana vurmasi, Ingiliz esprileri, muhabetler, depresyonlar, neseler... her seyin icice gecmesiyle cok guzel bir film olmus...

LDR No.2: Like Crazy

-Turkce karakterlerim intihar ettikler... Boyle noktasiz filan idare mecburen....-

Kendi kendilerini ve de bunu kullanarak iliskilerini katleden gencecik bir ciftin oykusune konuk oluyoruz.

Universitede tanisan ve asik olan bir ciftimiz var. Asklari oylesine guzel ki, var olduguna inanmamak elde degil. Bu askin bir yani Ingiliz, diger yani Amerikali. Elmanin tek yarisi digerine tutanabilmek adina vize ihlali yapinca evine postalaniyor ve filmin esas zorlu gunleri bu noktada basliyor.
Her ne kadar birbirlerine delicesine ama bir o kadar da sakin asik olsalar da mesafe, daha da beteri saat farki, cok daha beteri is temposu engellerine bir bir takiliyorlar. Bunlari asmak icin delicesine ugrastiklari da soylenemez gerci... Filmin basindaki o guzelim aska ilk ihanet bu noktada geliyor sanirim.

Sonra bir gun oglan dayanamayip kizi ariyor, dogruca Ingiltere'ye yollaniyor. Kolej ve hemen sonrasinda yasadiklari gibi son derece romantik ve guzel gunlerle oglanin donme vakti geliyor. Ancak iki minicik detayla, kiz oglanin aklina kurdu dusuruyor ve "acaba baskalariyla gorussek bu zorlugu atar miyiz" diyor, romantizmi yakalayana kadar olan mesafeli tutum da eklenince gorusmeme karariyla yine ayriliyorlar. Herkes kendi hayatina devam.... edemiyor ne yazik ki, gunun birinde kiz tekrar ariyor ve evlenelim mi diyor... Bu esnada oglan isini oturtmus ve bir de sevgili bulmus durumda, disaridan mutlu gorunen de bir iliskisi var... Evlenme teklifinin saniyesinde sevgiliden ayrilip yine Ingiltere'ye...
Iste kendilerini ve o sapsahane duygulari bitirme kismisi bu noktadan sonra freni bozuk araca donusuyor. Kizin da kendi hayatina devam ettigi ortaya cikiyor, evlendikten sonra da vize yasagi kalkmayinca bunca zorluga dayanamayan ciftimiz tek solukta ayriliyorlar - ama bosanmiyorlar.

Arada ikisi de yine baska iliskiler kuruyor, mutlu mesut takiliyor ama ara sahnelerle bir turlu birbirlerini unutmadiklarini bize yediriyorlar. Kizin vizesi onaylaniyor, her ikisi de iliskilerini tek celsede birakip birlikte yasamak uzere Amerika'da bulusuyorlar. Bundan sonrasi son derece gercekci... Onca sure birbirleriyle konusmayan, ozlemelerine ragmen kiskancliklarini asamayan ve dahasi baska iliskiler yasadiklarindan o saf ve guzel cift yerini iki yabanciya birakiyor...

Filmin sonu tamamiyle nasil baktiginiza bagli olarak size birakilmis. Beni iliskiler konusundaki karamsarligim belli, o yuzden bu cifte olesiye kizdim... Boyle duygulara sahip olup aradaki engelleri bahane ederek o duygulari o kadar kolay biraktiklari icin, tamamen yalan duygulara inanip gercekleri yok ettikleri icin, iki tarafin da birbirinden sogumasina bu kadar izin verdikleri icin, sevgililerini kandirdiklari icin, birbirlerini kandirdiklari icin ve dahasi kendilerini kandirdiklari icin...
Sahane sahne kurgulari var filmin, resmen o resim karelerin icinde hissediyorsunuz, ve zaman kurgusu oylesine guzel islenmis ki, hayran olmamak elde degil. Bugune kadar gordugum en guzel bekleyis sahnesi kesinlikle bu filmde. Kizla birlikte havaalaninda beklermis gibi hissediyorsunuz, insanlar geciyor ama zaman bir turlu gecmek bilmiyor sanki... Minicik dokunuslarla bezeli, sinir bozan ama bir o kadar da izleme isteginizi bir an bile kaybetmediginiz bir film yapmislar, basrollere de taninmadik yuzleri koymuslar ya aslinda bu bile yeterdi sevmek icin, ama acimasizligina ayrica bayildigimdan o ilk yariyi tekrar tekrar izleyecegim, orasi kesin.
Bir de filmin afisi konunun akisina oylesine guzel uymus ki... Silinen duygulari silinen harflerle vermek nasil da guzel bir fikir. Bloga ilk kez afis koyduracak kadar guzel hem de...

30 Eylül 2011 Cuma

İçinden Müzik Geçen Filmler No.7: The Music Never Stopped

Bu filmin içinden müzik geçmiyor aslında, film müzikle bütünleşik olarak ilerliyor. Hatta bu serinin baş köşesine oturacak kadar önemli bir rolü var müziğin. Adını bir Grateful Dead şarkısından alıp üstüne bir de bir babanın oğluna müzikle yaklaşarak iyileştirmeye çalışmasının başka bir yeri olabilir miydi zaten?

Tam da yeni keşiflere yelken açmışken bulduğum diyemeyeceğim ama tam anlamıyla beni bulan bir Grateful Dead güzellemesi. Buldu diyorum çünkü alakasız bir anda duyduğum bir tınıyla kapıldım bu gruba, yine bi'şeyler izlerken elbette. Sonra başka bir filmde karşıma çıktı, şimdi de burada. Ne de iyi etti...
Filmin konusu şarkıları kadar güzel. Yaşın kemale erdiği bir çift bir telefon alıyorlar ve biricik oğullarını hastanede kimseyi tanımaz halde buluyorlar. Tümör tüm beynini sarmış ve acil alınması lazım, oğlan zaten buna karar verecek durumda değil. Ameliyat başarıyla sonlanıyor ancak oğlanın hafızası bir noktada durmuş durumda, kendini 20 yıl öncesinde sanıyor, yeni hiç bir bilgi hafızaya yazılmıyor. Sokakta yaşadığını görüntüsünden tahmin ettiğimiz oğlanın dünyaya ilk tepki verişi döneme ait olamayan bir şarkıyla oluyor: Fransa milli marşı... Sır perdesinin aralanması bir profesyonel yardımıyla oluyor. O profesyoneli bulmak ise babanın başarısı...

Acaba müzik bizim oğlanı iyi edebilir mi arayışına giriyor aile. Bunu da körlemesine yapmıyorlar aslında, oğlan çocukluğundan itibaren müzikle hep içiçe olmuş, hatta bir çok film karakterini kıskandıracak derecede de ailesinden destek görmüş bu konuda. Baba da tam bir müzik hastası, ve oğluyla aralarında geliştirdikleri "Bu şarkıyı ilk kez ne zaman duydum biliyor musun?" denen de bir oyunları var. Müziğe öyle gönülden bağlılar ki sevdikleri bir şarkıyı duydukları anda ilk duyduklarındaki anı hatırlayıp aynı heyecanla dinleyebiliyorlar. (Kişisel Not: Bu durum benim için filmler olurdu sanırım...)
Bu oyundan yola çıkarak oğlana çeşitli şarkılar dinletmeye başlıyorlar, oğlan tepki vermeye başladıkça dilleniyor, dillendikçe hikayeyi öğreniyoruz. Hikayelerin çoğunu babanın gözünden gördükten sonra oğlan kendi hafızasından eklemeler yapıyor, aslında nasıl boyut değiştirdiğine ama ikisinin de her yaptıklarını sevgi için yaptıklarına öyle güzel tanık oluyoruz ki...

Bir babanın kelimenin tam anlamıyla canından çok sevdiği oğlunu geri kazanmak için neler yapabileceğini yarı sulugöz yarı da bir sırıtma eşliğinde, bir nevi Mona Lisa gibi izliyoruz. Müziğinden dahi vazgeçebilen bu babaya saygı duymamak elde değil, ki zaten film oğlanla baba arasında taraf tutmayarak daha da güzelleşiyor. Oğlan da baba da yaptıkları her hata safça karşılarına geldiğinde o kadar başarılı tepkiler veriyorlar ki sanki rol yapmıyorlarmış, ve hatta hastane de bizim karşı komşunun salonuymuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz.
Oğlanın evi terk edişinin üstünden geçen 20 yılı hatırlamıyor oluşuna rağmen filmin bizi kurguya zorlamaması takdir edilesi... O dönemde ne gibi bir hayat sürdüğünü de bir noktadan sonra merak etmiyorsunuz zaten, sadece o noktaya gelene kadar olanlar mühim oluyor. Bir de oğlanın ne aradığını bilmediği anlar var ki o kısmı sadece izlemek lazım.

Müzikleri tam da o dönemi yansıtır cinsten... Beatles, Bob Dylan, Rolling Stones, aklınıza gelecek tüm dönem güzellemeleri. Grateful Dead'e ise saygı duruşu. İşin en güzel yanı ise kolayına kaçıp bize bildiğimiz şarkıları dinlettirmemeleri, özene bezene saklı raflardaki şarkıları bulup bize kimi zaman şarkının kimi zaman da oğlan ve babasının hikayeleriyle sunmaları.
Kısacası bir sevgi filmi bu... Anlattığı dönemi seven, konusu geçen baba ve oğulu seven, müziklere ise aşık bir film... Babanın oğlunu sevmesi, oğlanın da babasını aynı derecede sevmesiyle sımsıcak bir film... Dram diyenler çıkacaktır karşınıza, hiç inanmayın, sıcacık bir film olduğu garanti.

2 Eylül 2011 Cuma

Karşıt No:3, My Fair Lady vs. Black Swan

Benzerlikleri: Değişmek, parlamak isteyen genç kadınlar ve onları dilediği gibi yoğurmak isteyen erkek hocalar. Amaç bu kadınları topluluk içinde daha çekici kılmak. Adamlar öyle mükemmelliyetçi ki  kadınlar bu uğurda insanüstü çabalar veriyorlar. Öğretmenlerin öğrencilerine karşı ilgileri olduğu belli ama bu konuda davranışları belirsiz. Bu yüzden kadınları deli ediyorlar. Müziğe doygun filmler: biri müzikal, diğerinde bale sahneleri baskın. İkisi de eski eserleri içeriyor, birinde 1877'de prömiyeri yapılmış olan Kuğu Gölü'nden alıntılar var, diğeri ise 1912'de yazılmış bir Bernard Shaw oyunu, Pygmalion'dan çevrilmiş.

Farkları: Bir romantik komediden psikolojik gerilim filmine... İlki bir değişim filmiyken diğeri yokoluş filmi. Black Swan'de Nina birçok kişiyi zayıf karakteri ile hayal kırıklığına uğrattı. Böyle bir rekabetin olduğu bale topluluğunda bu kadar zayıf bir kadının başrol oynaması düşünülemez bile. Nina saf ve temiz olarak gösterilmek isteniyor ancak ayarı biraz kaçmış. Nina'yı beyaz kuğu ile özdeşleştirmek oldukça zor ve filmin seyri bir "trajedi"den "kaçınılmaz son"a kaymış. My Fair Lady yapı itibari ile bambaşka, Eliza en başında çiçekçiyken bile meydan okuyan, dişli bir kadın. Dönüşümü karakteri ile ilgili değil, tamamen bilgisi ve görgüsüyle alakalı. Sonunda öğretmenini onun seviyesinde altedip onu kendine aşık eden Eliza oluyor. Mücadele Eliza ve Higgins arasında geçiyor. Nina ve Thomas arasında mücadeleden çok istismar var, ve Thomas filmin sonunda da bir şerefsiz olarak kalıyor.

Filmleri arasında bir fark daha var. Taşıyacağı rol için hayret verici dönüşüm geçiren oyuncuları ödüllendiren akademi Natalie Portman'ı da ödüllendirdi. Audrey Hepburn ise 8 oscar kazanan filmde söylediği şarkılar dublaj edildiği için aday bile gösterilmedi.

Biraz da diyaloglar çarpışsın:

Eliza Doolittle: [şarkı söyleyerek] Sensiz yalnız hissetmeyeceğim, sensiz de ayaklarımın üstünde durabilirim. O yüzden kabuğuna geri dön, sensiz de gayet iyi yaşarım...
Profesör Henry Higgins : [şarkı söyleyerek] George, bunu gerçekten başardım, başardım, başardım! Bir kadın yaratacağımı söylemiştim ve hakikaten yaptım! Bunu yapabileceğimi biliyordum, biliyordum, biliyordum! Bir kadın yaratacağımı söylemiştim ve başardım, yaptım!
[konuşarak]
Profesör Henry Higgins Eliza, sen muhteşemsin. Beş dakika önce boynumdaki bir yüktün, ve şimdi bir güç kulesi, yoldaş bir savaş gemisisin. [aralık]
Eliza Doolittle : Hoşçakalın, Profesör Higgins. Beni bir daha görmeyeceksiniz.

Thomas Leroy: Muhteşem olabilirsin, ama bir korkaksın.
Nina: Özür dilerim.
Thomas Leroy: [bağırarak] Bunu söylemeyi bırak artık! İşte bu tam da söylemek istediğim şey. Bu kadar zavallı olmaktan vazgeç!


25 Ağustos 2011 Perşembe

İçinden Müzik Geçen Filmler No.6, Sid and Nancy

İngiliz müzik akımlarının konu edildiği filmlere karşı tükenmeyen bir ilgim var. Velvet Goldmine ile başladı, Quadrophenia, Control, Sid and Nancy ile devam ediyor, sırada 24 Hour Party People var. Tabii The Great Rock 'N Roll Swindle, Filth and Fury, The Future is Unwritten gibi belgeselleri de unutmamak lazım. Sid and Nancy aralarında konu edilen dönemi en iyi anlatan film olmayabilir ama müzik camiasının yaratmayı pek sevdiği ikonlardan ikisinin trajedisini aktarmakta oldukça başarılı.

Filmin esas karakterleri Sid Vicious -Sex Pistols'ın sahne basçısı- ile sevgilisi Nancy Spungen -eroinman bir groupie- ve anlatılan olaylar gerçek. Ancak film medya arşivi ve tanıdıkların anlattıklarından artakalan boşlukları bir kurguyla dolduruyor. Yapılan yorumlarda sıklıkla tekrarlanan bir uyarı var: bu film bir Sex Pistols belgeseli değil. Zaten film Sex Pistols'ı ve punk müziğini karakterlerin kimliğini yansıtan bir arkaplan olarak kullanıyor. Ön planda bu ikilinin bağımlı ilişkisi ve kendilerini yokedişleri var.

Sid Vicious bunun için uğraşmış olsa da iyi bir bas gitarist değil. Albüm kayıtlarında sadece bir şarkıda çalmış. Daha çok sahne performansı ve uçtaki hayat tarzıyla Sex Pistols'a uyan bir sembol. Kendini veya başkasını yaralamadığı bir konser görüntüsüne denk gelmedim ben. Hatta pogonun mucidi olduğunu duymuştum. Annesi uyuşturucu satıcısıymış. Nancy de ayrı bir alemde. Kolejden odasında çalıntı mal bulundurduğu için atılmış, ilk işinden ilk gününde atılmış. New York'da takılan bir groupie'ymiş. Oldukça zeki, hırslı ancak sorunlu bir kadın. Uyuşturucu parası kazanmak için fahişelik yapıyormuş ve bunu yaptığını hiçbir zaman saklamamış. Punk akımı Londra'da yükselirken gruplara takılmak için İngiltere'ye gitmiş ve aradığını orada bulmuş.

İki karakter de nihilist ve kendilerini yok etmeye meyilli insanlar. Nancy'nin ciddi psikolojik sorunları var, Sid'in de agresifliğiyle ondan aşağı kalır yanı yok. Punk'ı icat eden, yaşam tarzı olarak seçen insanlar. Ancak punk kaynağından kopup popülerleştiği zamanlarda hayatları ve ilişkileri ile punk idollerine dönüşüyorlar. Sid ve Nancy efsanesinde Nancy için biçilen rol oldukça üzücü. Sex Pistol'ın dağılmasında rol oynamak, Sid'i eroine alıştırarak ölümüne sebep olmak, sinir bozucu kişiliğiyle herkesin nefretini kazanmak... Yoko Ono ve Courtney Love lanetinin öncüsü bir bakıma. Gerçek hayatta bu ikilinin birbirini çok sevdiği söyleniyor, tabi Nancy'nin Sid'i kullandığı söylentisi de çok. Ama kesin olan gerçek ikisi de birbirine bağımlı ve birbirlerini daha da aşağıya çekiyorlar. Öldükleri zaman Nancy 20, Sid 21 yaşında.

Film son haddede depresif, uyuşturucu sahnelerinin Requiem for a Dream'den bile ürkünç olduğunu söyleyebilirim. İki insanın kendisine böyle zarar vermesini izlemek oldukça zorlayıcı. Sosyal olarak uyumsuzlar ve kendilerini sevmiyorlar. İki "misfit" olarak birbirlerini sevmeleri şaşırtıcı değil. Nancy Sid sayesinde istediği ilgiye, şöhrete ulaşıyor. Sid'in etrafındaki herkes Nancy'den nefret ediyor, sanıyorum ki bu Sid'i daha fazla Nancy'e çekiyor. Birbirlerini kullanıyorlar belki ama bu şekilde trajedilerini tek başlarına yaşamıyorlar. Filmde sık sık bahsedilen bir sahne var: kirli bir sokakta ikisi öpüşüyor, arkaplanda çöpler üstlerinden dökülüyor. Bu sahne diğer filmlerde görebileceğiniz benzeri romantik sahnelerin bir anti-tezi. Film temelde bir aşk hikayesi. Ama olağandan daha sert, eğlenceli ve zararlı. Benim için sırf diğer aşk filmlerine olan zıtlığı nedeniyle bile izlenebilecek bir yapım.

Müzik tarihini biraz biliyorsanız Nancy'nin Sid'le birlikte kaldıkları otelde bıçaklanarak öldürülmüş şekilde bulunduğunu da duymuşsunuzdur. Sid'in  aşırı derecede uyuşturucu etkisinde olduğu  için olanları hatırlamadığı söyleniyor. Film bu konu hakkında kendi fikrini yürütüyor. O gece yaşananlar hakkında kesin bir bilgimiz yok. Zaten bu ikilinin hayatı etrafında çok fazla dedikodu var, belki de bu film gerçekler etrafına bir perde daha örtüyor.

17 Temmuz 2011 Pazar

Tek Sahne No.2: İncir Reçeli

Yine epey zorlama bir filmden yazacağım ama yine sadece sevdiğim neredeyse tek sahnesinden bahsedip filmin yarattığı hayal kırıklığına neredeyse hiç dokunmadan tertemiz bitireceğim, en azından umudum o yönde. Yoksa ne kadar da uzatmışlar, bu film böyle mi işlenir, filmin duygusu nerede yaaauuu gibicesinden yarım saatlik bitmeyen bir serzenişte buluvereceğim kendimi. Bu aralar filmleri sevemezken mi buluyorum kendimi yoksa cidden bir düşüş mü var? İlk cevap geçerliyse halim duman!
Sahnemiz filmin geneline yayılmış bir an: "Post-it"ler. Şu bıddırık yapışkanlı kağıtların insanlar üstündeki etkisi, ya da belki de kelimelerin... Söz uçar yazı kalır ne kadar da doğru edilmiş bir söz değil mi? Sanki kız o lafları dillendirse etkisi böyle olmayacak. Gerçi oğlanın kızın tüm sözlerini aklında tutup her birini yine kağıtlara dökmesi bu savı yalanlar gibi ama neticede aklında kalanı aklında kaldığı gibi yazıyor o kağıtlara. Yazının etkisi okuyana göre, vurguya göre, unutulan bir noktalama işaretine göre ne kadar değişiklik gösterir halbuki. Hayal gücü için verdiği oyun alanı her zaman daha çok... Bir kelimeyle ne mucizeler ya da ne hayal kırıklıkları yaratabilirsiniz yazarken. Sizin umutla yazdığınız bir cümle başkası için depresyon tetikleyicisi olabilir. Kız da sanki bu durumun farkında. Gece edeceği benim telefonum yok sözü ile ertesi gün bir kağıda yazılan "Cep telefonu özgürlüğü kısıtlar"ın etkisinin bir olmadığının bilincinde sanki... Tüm bu not kağıtlarının tam da yerinde kullanması, babasının oğlanın müzikle iştigaline ettiği lafa karşılık kızın yapışkanlı kağıdı gitarın üstüne koyması ve "Babalar her zaman haklı değildir" yazışı...
Yine de şu cep telefonu mevzuuna geri dönelim. Uzun yıllar telefonun esiri olmuş ve hatta el parmaklarımdan biri olarak görmüşümdür telefonu. Şimdi ise telefonsuz bir hayattayım, istekten değil telefonun çalışmadığı sonsuzluğun içinde olma durumundan. İlk 6 ay ne kadar zorlandıysam şimdi o kadar rahatlamış hissediyorum kendimi. Telefonu elime aldığımda birilerine hesap vermek zorundaymışım gibi bir hisle haşır neşir oluyorum. Telefonla konuşmak istemeyenleri artık anlıyorum, ki bu cidden büyük bir adım. Elimde olsa telefonu komple kapatacağım anlarda buluyorum kendimi. Sonra bir an oluyor, herkesle saatlerce konuşmak, dert dökmek ve dinlemek için deli olurken buluyorum kendimi. Sanıyorum bunlar özlem anları, telefon sadece aracı kuruluş. Yoksa o kişilerin karşımda olmasıyla kıyaslanamaz bile, sadece eldeki imkanlar dahilinde yapabileceğimizin en iyisi kontenjanından hayata dahil oluyor o anda telefon.
Her şeye rağmen kıza katılmadan edemiyorum. Cep telefonu cidden özgürlüğünü kısıtlar. Özgürlük bu hayatta her şey mi peki? Bendeki yeri çok çok büyükle kocaman arasında gidip geliyor, bir başkası için o kadar önemli değildir elbet...

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Sinemanın Etkisi: Kitap Alıntılaması

"...

Eski ülkeyi parçalayan, imansızların seve seve vazgeçtikleri batıdaki birkaç tozlu araziyi, doğudaki ağaçlı bataklıkları, ülkenin böcek kemirmiş üç beş dilimini Allah'a bırakan şu meşhur güve yenikli bölünmenin hemen öncesiydi (Allah'ın yeni ülkesi: aralarında bin beş yüz kilometre mesafe olan iki toprak parçası. Öyle imkansız bir ülke ki neredeyse var olacak). Ama duygusal davranmayalım ve sadece hislerin çok alevlendiğini, sinemaya gitmenin bile siyasi bir eyleme dönüştüğünü söylemekle yetinelim. Tek Tanrılılar beriki sinemalara gidiyordu, taş tanrıları yıkayanlar öteki sinemalara; sinemaseverler, yorgun ülkeden de önce bölünmüştü. Sinema işine taş tanrılıların hakim olduğu besbelliydi, vejetaryen oldukları için de şu meşhur filmi çekmişlerdi: Gai-Wallah. Duymuşsunuzdur belki? Hindu-Ganj ovasında kol gezip besi ineklerini sahiplerinden azat eden, kutsal, boynuzlu, memeleri süt dolu hayvanları mezbahadan kurtaran, maskeli, yalnız bir kahramana dair tuhaf bir fantazi. Taş çetesi bu filmin gösterildiği sinemaları tıklım tıklım dolduruyordu; tek Tanrılılar da buna cevaben ineklerin katledildiği ve iyi adamın biftekle karın doyurduğu, vejetaryen olmayan ithal Westernlere koşuyordu. Filme meraklı kızgın güruhlar düşmanlarının sinemalarına saldırıyorlardı... yani her türden deliliğe müsait bir zamandı.

Kadın Mahmut, karakterindeki o ölümcül kusur, yani hoşgörüden kaynaklanan tek bir hata yüzünden kaybetti imparatorluğunu. "Bu bölünme salaklığına dur deme zamanı geldi," dedi bir sabah aynasına ve aynı gün sinemasında iki film birden göstermeye başladı: Randolph Scott ve Gai-Wallah perdede birbirini takip edecekti.

...

İki film birden nasıl karşılandı: vejeteryan olanlar da olmayanlar da imparatorluğu boykot ettiler. Beş, altı, yedi gün boyunca, dökülen sıvaların, ağır ağır dönen tavan pervanelerinin ve aralarda gezen hintfasulyesi satıcılarının bakışları altında, besbelli bakımsız, yine aynı ölçüde boş sıralara oynadı filmler; üç otuz, altı otuz ve dokuz otuz gösterimlerinin hepsi aynıydı, özel Pazar gösterimi bile kimseyi yaylı kapılar arasından geçmeye teşvik edememişti. "Vazgeç," dedi Belkıs babasına. "Ne istiyorsun? El arabanı mı özledin?"

Ama artık tanıdık olmayan bir inat girmişti Kadın Mahmut'un içine ve iki filmin bir hafta daha gösterileceğini ilan etti. Kendi ilancı çocukları onu terk ettiler, kimse elektrikli kaldırımlarda bu çelişen filmleri bağıra bağıra gezmek istemiyordu; kimse "Gişeler açıldı!" ya da "Beklerseniz çok geç olur!" demeye cesaret edemiyordu.

...

Bombayı kimin koyduğunu sormayın; o günlerde şiddet eken çok bahçıvan vardı.

..."

Utanç - Salman Rushdie

27 Haziran 2011 Pazartesi

İçinden Müzik Geçen Filmler No.5: Le Grand Bleu

Tam olarak bu kategoriye sığar mı emin değilim ama gözümde içinden müzik geçen bir film. Hatta denizin ritmiyle tam uyumlu müziklerle donanmış bir film, hele bir de odyofil vardiya şefiniz bu filmin müziklerini evde deli hoparlörlerle dinlediğinden ve inanılmaz olduğundan yaklaşık bir saat boyunca bahsediyorsa neden olmasındı?
Filmi gemide izlemenin getirdiği ruh hali bambaşka... Denizden kopamamayı anlamanıza biraz daha yardımcı oluyor açıkçası. Dört tarafı denizlerle çevrili kara parçamız olan gemimizde bazen aynı bu adam gibi dalgalara dalıp gidiyoruz. Kafamız bir anda bambaşka bir yere kayarken deniz hayal dünyamızı genişletmemize her an yardım etmekten geri durmuyor sağolsun. Oysa bu filmin baş karakteri denize baktığında sadece denizi düşlüyor. Onu biz diğer insanlardan ayıran en önemli özelliği de bu belki...
Sevmeyi denize bahşettiğinden herhangi bir kadını kıyaslamaya yanaşmıyor bile, onu seven ve onun da kendisini sevmesini bekleyen kadın metres olmayı daha baştan kabul etmekle yükümlü, aksi halde hiç durmasına gerek yok... Zaten gördüğü anda aşık olan/olunan kadınla ilişkilerinin uzun sürmesinin temelinde de bu kabulleniş yatıyor.
 
Babasını teslim ettiği suya bir daha yaklaşamayacağını düşündüğümüz anda oğlan bizi buz dalışıyla karşılıyor. Yunuslarla dertleşiyor, deniz kızlarıyla anlaşıyor. O kadar naif bir şekilde denize tutkun ki bu hali bir uyuşturucu müptelasını andırıyor. Derinler onu hep sarhoşluğun en tatlı anına getirmiş bir türlü kendine gelmek istemiyormuş gibi... Zaten insandan çok balık denmesinin bir sebebi olmalı.. Kendini denizin altında daha rahat hissettiğini, yukarı çıkmak için bir bahane bulması gerektiğini söylüyor mesela. Denize dalarken gözlük kullanmıyor, sanki arada yabancı bir cisim olmasını istemiyor gibi. En iyi arkadaşı mahallenin kabadayısı onu kurtarırken sonunu hazırladığının da bilincinde sanki, yer yer Jean Reno'nun gözlerinden geçen bulutlarda bunu görüyoruz gibi... Ama her şeye rağmen en mutlu olduğu yere dönmeyi kafasına koyan oğlanin son sahnedeki tercih hali, görseline de müziğine de doyulmaz bir şölen resmen.

 
Filmin '85 yapımı olduğunu düşününce renklerine daha bir bayıldım. Su altında geçen her dakikadan huzur buluyorsunuz resmen. Bu huzuru müziklerle desteklemişler. Sanki yönetmen denizin altının ritmini içinde hissetmiş ve bunu bize de aynen aksettirmiş gibi. İçinden müziğin geçmesi de tam bu bağlamda işte. Sözlerle bizi yormayıp, klostrofobik olabilecek bir filmi huzurlu ne naif bir şekle müziklerle evrilttikleri ve hatta bunu gizliden de değil açıktan yaptıkları için... Müziğin girdiği her an o oğlanın duygularına bizi daha çok yaklaştırabildikleri için. Zaten dilbaz olmayan oğlanın yüzündekileri anlamamızı sağladığı için...  Ve hatta sırf o tersine dünya için...

20 Haziran 2011 Pazartesi

Gençlik Ateşi Üstümüzde Olsun: Daydream Nation

Fırlama ve yer yer edepsizliğe varan 17 yaşındaki bir kızın bir kaç ayını anlatan bir film Daydream Nation. Kız büyük şehirden kasabaya taşınan, tek ebeveyniyle yaşayan, özgürlüğüne düşkün bir tip. İçimizden biri değil ama bir yanıyla çok seviyor bir yanıyla uyuz oluyoruz kendisine...
Kasabanın kendisinden nefret ettiğine ikna olup iyi o zaman ben de dibine vurayım diyerek hocasını ayartıyor. Hoca da dünden razı diyemeyeceğim, ama kız çok kararlı. Bir de partide tanıştığı Thurston diye yaşıtı var kızın. Bu ikisi arasında mutlu mesut hayatını sürdürüyor kızımız. O kadar umursamıyor ki kimseyi, bu onu iki erkeğin gözünde de vazgeçilmez yapıyor. Genç olanı zaten ilk gördüğü anda aşık oluyor ve kız bunu kullanmaktan zerre kadar çekinmiyor. Hoca denklemiyse görünenin ve genelin aksine ilerliyor. Genelde yaşlı adam genç kız hikayelerinde adam yoluna devam eder, kız arkasından yaşlı gözlerle bakakalırken bu filmde ipler her daim kızın elinde. Hemen her daim diyelim hadi...
İki adama da hiç bir duygu beslemiyor oluşu ve her an gidecekmiş gibi durması sanırım hoca gözündeki yerini büyütüyor ve tanrıça gibi bir noktaya koymaya başlıyor o anda. Tam da bu bahsi geçen anda ciddiyetin c'sini istemeyen kızımız dört nala kalbinin gerçek sahibine koşuveriyor.

Filmin karanlık ve komik tavrı cidden Donnie Darko'yu andırıyor. Böyle enteresan bir ilerleyişi var ve bir sonraki sahneyi tahmin etmenize asla izin vermiyor. Bir de esprileri çok ince. Kitap sahnesinin sonunda uyuyakalmışken "bütün bunlar 70 sayfada oluyor" diyor tekdüze bir sesle. Filmin espri noktası hoca karakteri zaten. Her zaman karizmatik olan yaşlı adam/genç kız hikayesini kendine güveni olmayan, hayatının dengesini yitirmiş ve karikatür bir adam ve onu kullanan kızla takas etmişler filmde.
Ama kendi açımdan filmin en çekici yeri sonu. Öylesine beklenmedik bir şekilde bitiyor ki film, hani kolay şaşırmayan film izleyicilerini bile bir ters köşe yapmışlar. Muhtemelen de bu köşeyi çizerken hem yönetmenin, hem senaristin, hem de oyuncuların dudaklarının kenarında inceden bir gülümseme oluşmuştur. Yani bu şekilde gelişen bir konunun sonunu böyle bağlamak cesaret işi... Niceleriyle hadi leyyyyn diye dalga geçmişken bu filmin akışına tam oturduğunu düşünüyorum.

Oğlanın annesiyle olan ilişkisi bambaşka bir de. İnsan sevdiği kızdan bir randevu koparmak için annesini kızın evine yollar mı yahu? Ertesi günkü konuşmayı buraya yazayım da filmin nasıl bir seyirde gittiği daha net anlaşılsın (tercümeyi günlük hayatla bağlayarak):
Kız: Çok zavallısın! Anneni mi yolladın?
Oğlan: Evet biliyorum.
Kız:Tuhafsın gerçekten de!
Oğlan: Öyleyim ne yapabilirim...
Kız: İyi o zaman, başına bela aldın şekerim. Şimdi babam beni seninle çıkmam için zorluyor. Akşam 8'de al beni.
Oğlan: Yaşasındı! O zaman ben seni arayım?
Kız: (çoktaan basmış gitmiş...)

Akşam muhabbeti:
Oğlan: Bence sen benden hoşlanıyorsun. Gerçi bana cidden ne kadar zalim davrandığını düşünürsek kulağa tuhaf geliyor biliyorum ama...
Kız: Çok tuhafsın.
Oğlan: Bu arada geçen seferki benim ilk deneyimimdi. İlişkimiz ilerledikçe daha iyi olacağını düşünüyorum.
Kız: Ne ilişkisi ya?! Bu kasabadaki herkes ne kadar hayalperest! Niye devamlı böyle hayallere kapılıyorsunuz anlamıyorum ki... Burada herkes hayatının ilk yarısını evlilik hayalleriyle, kalan yarısını da pişman olarak geçiriyor. Herkes herkesi aldatır, bunu niye büyütüyorsunuz ki...
Oğlan: Ben seni asla kat'a asla asla asla asla aldatmazdım
Kız: Evet tuhafsın. Neyse benim gitmem lazım...
Oğlan: Yarın okulda konuşsan bari benimle, hı?
Kız: Yarın cumartesi salak
Oğlan: Aaa evet...
Kız: Tamam bak canın isterse arayabilirsin beni anlaştık mı? Hadi ver yanağını bir öpeyim.
(der ve hocanın kollarına koşar, kendinden nefret eder ve çocuğun kollarına koşar)
Kayıp addedilen nesle dair de dokunmadık hiç bir konu bırakmamışlar. Çatırdamış aileler, din, endüstri, paranoya, seri katiller, seks, uyuşturucu... Hatta uyuşturucunun güzel etkileri... Film boyunca uyuşturucu filmin ana karakterlerinden birini oluşturuyor ama son derece masum bir şekilde. Hani bu kadar uyuşturucu içeren filmlerde tüm karakterler dibe vurur ya, bu filmde resmen ters döndürmüşler hikayeyi. Tüm film boyunca en kötü hale düşen uyuşturucuyla ilişkisi en uzak olan tip, evin halini gördüğündeki bakışları bittim ben şeklinde olan tek kişi. Gerisi saldım çayıra modunda devam, bir rock'n roll eksik...
Tatlı bir akışı, tuhaf ve hatta terse dönmüş karakterleri var. Bir dergide Tivilit'le karşılatırıldığını görmüştüm bu filmin. En büyük farkını sır vermemek adına söylememişler herhalde: Tivilit kızı ne kadar zayıf ve korunmaya muhtaçsa, Gündüz düşçüsü kızımızo kadar kendi hayatını yöneten, kimseye ipleri vermeyen ve hatta çevresindeki zayıf kişileri sarıp sarmalayan bir tip. Kendi adıma böyle karakter gördükçe mutlu oluyorum, edepsizliği de yanında bonus olarak hediye ediliyor.

Tek Sahne: Kaybedenler Kulübü

Film öyle ya da böyle ama kısaca bir noktasına değinmek istiyorum. Tek bir muhabbetin aklımda yarattığı şimşekleri yazıp rahatlamak da diyebiliriz...

Filmin bir yerinde son derece kendi ayakları üzerinde duran kız karakter değiştirip kıskanç, güvensiz, eleştirel ve yargılayıcı bir tip oluyor ve devamlı bir mutsuzluk akımına kapılıyorlar. Kısa bir deneme ayrılığı sürecinde yurt dışından teklif alıyor ve oğlana bunu anlatmaya başlıyor. Esas adam öncelikle kızın ruh halini süper tanımlıyor, o kadar gülümsemiyorduki sanki hiç gülmeyecek gibiydi...

Kız tam o anda "Gitme dersen gitmem, bir yolunu bulur yürütürüz... Gitme de... Bak gitme dersen gitmem... Gitme de... Gitme de.... Gitme deee...." diyor...

Şimdi bu kızın geçirdiği karakter değişimine nasıl sinir olduğumu bir yana bırakalım. Hatta filmden de ayrılalım. Şu muhabbet ne kadar çok sorunu anlatıyor aslında.

Kız son derece ileriyi düşünen bir tip. Planlı ve işli. Yer yer histerik. İşini seviyor, en azından hiç şikayet ettiğini duymuyoruz. Yoğunluğundan bile yakınmıyor. Oğlansa bugün acaba canım ne yapmak istiyor ekolünden... Peki bu oğlan kıza gitme dese ve kız o anda aşkın yarattığı hormonlarla tamam gitmiyorum bi denem, ben de seni çok seviyorum dese... Bundan bir kaç ay/yıl sonraları olay Tarla Kuşuydu Jülyet olmaz mı? En ufacık bir sorunda ben senin için gitmemeyi göze aldım, sen benim geleceğime mani oldun, işimde şahane ilerleyebilirdim ama senin için kaldım ben demez mi? Neler olabilirdim ah ahhhh yanılgısına düşmez mi? Oğlanın hayatında tutkuyla bağlandığı hiç birşey olmadığını göze alırsak aşk bittiğinde -ki biter- kızın pişmanlık katsayısını oğlan misliyle ödemez mi?

İşte sırf bu sahnesi yüzünden çok sevebilirim bu filmi... Kızın isteğine verilebilecek en en güzel cevabı veriyor oğlan: "........."

Söz gümüşse sükut altın gerçekten de... Evet duygu yoğunluğuyla bir süre sürünecek ama bir insanın hayatını, geleceğini yok ettiğini düşünmeyecek yıllar boyunca. En azından onu özgür bırakabildim, zaten yürümeyecekti bile diyebilir yıllar sonra... Ne bir gülümseme, gözünde ne bir pişmanlık... Sadece kuru bir "...."....."......"

19 Haziran 2011 Pazar

İçinden Müzik Geçen Filmler No.5: High Fidelity

Bu filmi ilk izleyişimin üzerinden 5 yıldan fazla zaman geçmiş. Müzikolik canlardan biri demişti hatta -yazar burda Seçkin'e ithaflıyor- "böyle bir film var, şahane". O gazla hemen izlemiş ve yıllar sonra kendime yaptığım şu itirafla kalakalmıştım: Ulan ben bu filmi hiç sevmedim, böyle romantik komedi mi olur ve hatta çalınan, ne çalınması konuşulan şarkıları bile bilmiyorum. Zaman her şeyin ilacı işte... Aradan geçen zaman ya büyüttü ve romantik filmlere bakışımı değiştirdi ya da gemi vasıtasıyla erkeklerin dünyasını daha anlar/kabullenir olmamı sağladı.

Şu filmi ikinci kez izlediğime öylesine mutluyum ki kelimeler kifayetsiz. Sanki John Cusack bizim karşı komşuymuş da her sabah 8'de dükkanı açmaya gidiyormuş gibi hisler uyandırdı. Şarkıların istisnasız her biri aktığı ortama tam uyarken siz "yav kim söylüyordu bunu be" demiyorsunuz bile. Her şarkıyı bir şekilde referanslıyorlar, bu bir Top 5 listesi de olabilir, bir konuşma da... Ne çıkarsa bahtınıza artık, ama iyi bir şey çıkacağı garantili...
Her şeyi Top 5 listesiyle ele alan adam baş kahramanımız. Hayatının aşkıyla ayrılması üzerine "acaba bende mi bir terslik var?" kriziyle dip dibe geliyor ve en fena bulduğu 5 ayrılığın kahramanıyla yüzleşiyor. Tabii bu esnada geçmişe dönüşler, muhtelif Top 5'ler ve şarkılar arka planda devam ediyor. Bize erkek dünyasına ait bilgiler veriyor, hem de doğrudan bize, öyle konuşma aralarına yedirerek filan değil, direk kamera vasıtasıyla bize bakarak...

Aldatma, kaçma, umursamazca terk etme, terk ettiğini unutup terk edildiğini sanma, gerçeği anladığı anda hiiiiiç umursamama, aldatmaya devamlı bir meyil hali, gerçeklerden devamlı kaçma gibi çok kızacağımız şeyleri o kadar doğal anlatıyor ki, kızıyorsunuz ama bizim çocuk zeki ama çalışmıyor edasında bir kızma, daha da ziyade bir serzeniş...

Bir yanıyla Hank Moody'yi anımsattı bana izlerken. Az çakalı, az fırsatçısı... Ya da belki fırsatçı diyebiliriz ama sevdikleri kadına olan tutkuları mı bu iki karakteri gözümde aynı yere koydurdu bilemiyorum. Bir şekilde her iki karaktere de sıcaklık besliyorsunuz, evinizin minik kedileriymiş de şefkate ihtiyaçları varmış gibi. İkisi misafir olarak gelse, ilk tepkim saçlarını karıştırıp sırtlarını pışpışlamak olur. Öyle bir doğal halleri var yani.

Müziğe olan tutkusunu hayran olmamak zaten elde değil. Otobiyografik plak düzenlemeyi nasıl yapabilir bir insan? Bir başka film vardı, adam sevgili değiştirdiğinde yatak takımlarını değiştiriyordu ilk iş olarak. Bu filmdeki adamımız ise plaklarını düzenliyor. Kadınlar genelde saçlarını değiştirirler. Bir süreliğine gerçeklikten kaçma, alışkanlıklarını değiştirme hali sanırım, kafanda uğraşacağın başka bir şey bulma belki de... Yani kafamda eski sevgilimle kavga edeceğime berberin saçlarımı ne hale soktuğuna kızmak daha elle tutulur bir konu değil mi? O gergin ruh halinize somut bir kılıf uydurmaz mı? Ya da en çok sevdiği çarşafta leke bulup onunla kavga etmek ya da bir plağı ne zaman aldığını hatırlayamamak...

Zaman her şeyin ilacı tam da bu noktada işte... Zaten artık değişen saçlarıma alışmak, aynaya her baktığımda başka bir şey düşünmek zorunda değil miyim? Ya da istediği çarşafı ya lekeli kabul eden ya da başka bir çarşaf takımına yönelen adam da kendini akışa uydurmuş olmaz mı? 1000 plağı yeniden dizmek başkahramanımızı bir süreliğine geçmişine ve hayallerine götürüp yüzünde bir gülümseme yaratmaz mı?

İşte bu film tam bu konular ekseninde... Başka birine sorarsanız bir adamın ruh hali diyebilir, ya da müzik tarihçesi dersi yanıtını da alabilirsiniz. Her ne kadar müzik bu filmde her anlamda başrol olsa da sanırım karakter analizi beni daha içine çeken nokta oldu...
Ayrıca hayatımda gördüğüm en deli fişek evlilik tekliflerinden ve cevaplarından birini bünyesinde barındırmasıyla yeri bambaşka artık. Elbette John Cusack sen en güzel bir adamsın'ı da hemen iliştiriverelim buraya...

Müziğin filmin başrol olmasına dair de iki çift laf edip biterelim. Film bir plak mağazasında geçiyor. Devamlı eski/yeni şarkılar çalıyorlar. Mağazanın iki çalışanı tam birer müzik delisi, birinin aldığı albümü beğenmeyince ona bağırabilir ya da sevgililerini Green Day'ın hangi iki grubun karışımı olduğunu anlatarak etkileyebilirler. Belle and Sebastian da çalarlar, Fleetwood Mac de... Esas adamımız sevgilisiyle DJ'lik yaparken ve hatta çaldığı müziği kızın beğenmesi vasıtasıyla tanışır. Marvin Gaye çiftimizin arka fonunu oluşturuken Bob Dylan harika plağıyla bir anda arz-ı endam ediverir. Filmde geçen/görünen tüm şarkı ve plakları yazmayı nasıl isterdim ama bilgim yetmiyor tüm plakları resimlerinden tanımaya. İşte müziğe böylesi bir başrol verdikleri ve hatta fetiş obje olarak kullandıkları için serideki başköşelerimizden birisini kendisine itinayla ayırmaktan mutluluk duyuyoruz...

13 Haziran 2011 Pazartesi

Ölümden Önce, The Big C

Diziler çoğu zaman vakit kaybıdır. Güzel, yaratıcı, dinlendirici veya etkileyici olmadıklarını söyleyemem, ancak filmlerle karşılaştırdığım zaman bir şey söyleyebilmek için 1-2 saatin - hatta yeri geldiğinde 5 dakikanın - yeterli olduğunu, aynı şeyi aynı tarzda söylemek için yüzlerce saat harcanmasına gerek olmadığını düşünüyorum. Misal Lost için harcadığım 115x42 dakikayı uyuyarak geçirseydim daha hayırlı olurdu gibi geliyor, hele ki o final bölümüne maruz kaldıktan sonra. Filmleri defalarca izlemek dizi izlemeye tercih ettiğim bir durum hatta. Anlatacağım diziyi söylediklerimden muaf tutacak değilim ancak bu dizinin bana hissettirdiklerini veren bir film keşfedemedim henüz. ("Ikiru" var en yakınında ancak duygusaldan ziyade ahlak konulu epik bir film)

Cathy bir banliyö annesi. Eğlenceli bir kocası, ergen bir oğlu, çevreci bir abisi ve güzel bir evi var. Pek sıradışı bir ortam değil. Sıradışı olan Cathy - tabi biraz da abisi. Melanoma olduğunu öğrenene kadar dümdüz bir hayat sürdürüyor. Kurallı, ölçülü ve konforlu. Herkesin yaşadığı gibi - hiç ölmeyecekmiş ve hayat asla tükenmeyen küçük sıkıntılardan ibaretmiş gibi. Ölümüne sayılı zaman kaldığını farkedince içinde bastırdığı bütün duygular adeta patlıyor. Daha da kötüsü Cathy'nin bu duygularla ne yapacağı konusunda bir fikri yok.  Geçmişinden taşıdığı pişmanlıklar, özellikle oğluyla simgeleşen gelecek hayalleri ve en çok da kendini ifade etme arzusu kadının yakın çevresine sunduğu bir delilik manifestosuna dönüşüyor.

Delilik dediysem Cathy bunun hakkını iyi veriyor. Cathy dizinin başından itibaren ölümüne alaycı bir açıksözlülükle yaklaşıyor. Bu gerçek canını acıtıyor ama o kendine acıyan bir ruh haline bürünmüyor. Ölümü  tabu olmaktan çıkarıp şakasını yapabildiği bir olguya çeviriyor, ama bu onu hafife aldığı anlamına gelmiyor. Ölümün kendi geleceğinde ondan esirgeyecekleri karşısında şimdiye kadar sosyal kurallar adına kendinden esirgedikleri anlamsızlaşıyor. O da bu durum karşısında kendisini sosyal normlardan azat ediyor. Tabi ki isyanı kişisel düzeyde, ama bu özgürleşmesinin değerini azaltmıyor. 

Dizi boyunca özgürleşiyor Cathy. İnsanlarla ilişkilerinde dolaylı yollara girmeden olduğu gibi davranıyor. Tabi bu zaman zaman küçük felaketlere yol açıyor. Mesela kocasını açıklama yapmadan evden atıyor. İlk bakışta pek soylu bir davranış değil ama evlilikleri boyunca bireyselliğini yitirdiğini ve ilişkilerini yeniden tanımlamaya ihtiyacı olduğunu sonraki bölümlerde anlıyoruz. Cathy'nin ilişkilerini mahvetmesi sosyal beceriksizliğini göstermiyor bana kalırsa, daha çok hepimizin hayatı kendimiz gibi yaşama becerisi konusundaki yetersizliğin bir gösterisi. Bu da ana karakteri başarılı yapan en önemli unsur.

Yan karakterler dizinin başında pek vurgulanmıyor ama hepsi de zengin karakterler. Özellikle kardeşi Sean kurgusal yapımlarda son zamanlarda gördüğüm en akıllıca konuşan tip, tabi ki kasabanın delisi rolünde. Kocası Paul fazlasıyla dışadönük, bazen tatlı bazen sinir bozucu. Oğlu ergenliğin sınırlarını zorlasa da, arada sırada büyüyebileceğine dair sinyaller veriyor. Ama herkesten farklı olduğunu kanıtlamaya çalışırken herkesin seni sevmesini istemek yeterince zor. Hele ki çocuk ruhlu babası ondan rol çalarken daha da zor. O yüzden Adam'a çok bulaşmıyorum. Marlene ölüme yaklaşmış yalnız bir kadın olduğu için Cathy herhangi bir role bürünmeden dürüstçe onunla yakınlık kurabiliyor, o açıdan o da orijinal bir karakter.

Kıssadan hisse The Big C, filmlerde bulabileceğiniz arınma hissini büyük oranda veren bir dizi. Bir güldürüp bir ağlattığı için manik depresif yönü de yok değil. Ancak ana karakter benim vicdanımda çöreklenen güçlü bir his yarattı, "her canlı bir gün ölümü tadacaktır" sözünü mit olmaktan çıkardığı için. Bu dizi sadece seyirlik değil, küçük hayatlarımızla ilgili bir şeyler söyleme çabasında.

Hay Allah, Tesadüfün de Böylesi!

Sev-e-mediğim filmler hakkında yazmayı da sevmiyorum ve o yüzden de çok çok nadir yer buluyorlar. Buna rağmen bu filme yazmadan duramayacağım gibi gibi... Romantik filmlerin bağımlısı olabilirim ve hatta duyguları sömüren 100 kadar filmde hönkürerek ağlamışımdır ama bu filme bir el insaf demeden geçemiyorum...
Mehmet Günsür gibi bir über-insanı barındırmasına rağmen bu filmi sevemeyişimin sanırım epeyce bir sebebi var. Bir kere Mehmet Günsür yeteneksiz bir adam değil ki niye sadece konu mankeni gibicesine sırıttırıp durmuşlar? O kadar filmde hem tipini hem ses tonunu hem de yeteneğini bir güzel harmanlarken burada sadece sen aşık aşık bak, iki de sırıt oldu bitti ruh hali hiç olmuş mu yahu? Aşık aşık bak demişken adam daha ziyade şirin şirin bakayım modunda takılmış zaten.
Konuyu zorla ağlama noktalarına getirmeleri gözyaşlarımızı artık cidden bitti sandık haline evriltti. Hatta Issız Adam'da bile hüngür şapır olmuş biri olarak acımadan diyorum: Babam ve Oğlum bile duygularımızı sömürme yoluna bu kadar girmemişti!! Ya da tamam girmişti ama bu daha bir denklemseldi...
Filmin ilk yarısına ne kadar bayıldıysam ikinci yarısında o kadar nefret ettim. Yarattıkları bütün o güzel ruhu kendi elleriyle katletmişler resmen. O kadar tatlı bir aşkın büyüsüne kapılmışken ve hatta kendimizi hayalini kurarken bulduğumuz anda ne gerek vardı hastalıktı kazaydı konuyu saptırmaya? "Al şekerim sen benim canımı kurtardıydın zamanında, ben de seninkini kurtarmış olayım" şeklinde konuyu bağlayıp büyüyü bozmanın anlamı ne? Ayrıca neden mutlu bitmesindi bu aşk hikayesi?

Burak kızın ruhundan anlamayan biri olabilir ama yapmayın etmeyin ya, kimse böyle terkedilmeyi hak etmez. O ne vurdumduymazlıktır, yılların emeğini sildi attı kız 3 dakikada ve bunu da aşkın arkasına sığınarak yaptı.

Selvi Boylum Al Yazmalım'dan ne de güzel aparmışlar o kurtarma sahnesini... Bilsem kurtarır mıydım hali... Ah be Ahmet Mekin sen ne güzel adamdın... Gerçi hakkını vermek gerek, Yiğit Özşener -yine- pek bir iyiydi... Hele ki terkedilme sahnesinde. Acıdım adamın haline resmen be...
Önyargılarımın doruk yaptığı insan olarak Belçim Bilgin iyiydi aslında, gerçi ya gülüyor ya ağlıyordu ama fekat zannımca uyumsuzluğun sebebiydi. Karşında Mehmet Günsür gibi bir adam var ve kız ona güya aşık... Belki de rolün en zor kısmısı burasıydı da ben anlayamadım, -mış gibi yapmak yani. Halbuki çok daha inandırıcı olabilirdi ve belki sonu o kadar da rahatsız etmez, ne acıklıydı beeaaaaaaaaa şeklinde 3 gün ağlardım... Ama -mış gibi olunca rol, bizde ki tepki de aman beeee halinde seyretti ne yazık ki.
Bu arada aile ilişkileri kısımlarına bayıldım. Özellikle çok mutlu ilerleyen Özgür ve ailesi konusunun bir anda seyir değiştirmesi ve o ana kadar Mehmetçiğim Günsürcüğüm'ün her baba konusu açıldığında gözlerinden geçen bulutun bir anda anlama binmesi çok güzeldi. Sanırım filmin yegane sürprizi buydu ve bayağı ters köşeye yatıran cinstendi... Aşk filmlerinde daha çok ters köşeler olsa ne kadar tatlı olurdu aslında...

Müziklere tek lafım yok... Redd'i duymak insanı nasıl da mutlu ediyor...
 Filmin ikinci yarısının ilk yarısına ihanet etmesinden büyük ihtimalle, bu filmi bayağı bir sevmedim. Hatta ilk yarısına o kadar tatlı bir şekilde bağlanmışken zorlama hastalık konusunu sokmalarına o kadar sinirlendim ki aradaki bağın bozumu Yumurta ve Bal filmlerine duyduğum ters duyguler gibi oldu. Birini ne kadar seviyorsam diğerini bir daha asla izlemem ruh halindeyim. Hah işte filmin ilk yarısı o kadar sade ve dürüst ilerlerken tesadüfe kasalım, kasmışken sonunu da bağlayamayalım hali çileden çıkaran cinstendi. En klişe şekilde de
bitireyim şimdi: Belki de ilk yarısını ziyadesiyle sevdiğimden bu kadar çemkiriyorumdur...

Olamaz mı? Olabilemez!

22 Mart 2011 Salı

Ölümden Öte Köy Bir Varmış Bir Yokmuş: Hereafter

Clint Eastwood'u yönetmen olarak görmeyi sevenlerdenim. Hatta epeyce sevenlerden. Hereafter'ın tanıtımlarını gördüğümde hiçbir şey anlamıyor oluşum bu yüzden belki de çok normal gelmişti/geliyor.

Film 3 ayrı öykünün kesişmesigillerden. Ama bu türün pek çok diğer örneğinden farklı olarak hiç acelesinin olmaması filmin en büyük artısı. Öylesine sakin ve her konuya gereken uzunluğu veriyor. Ne çok uzun öykülerle bayma sınırına yaklaştırıyor, ne de kısacık geçip sizi meraklardan meraka sürüklüyor... Başka bir deyişle merakınızın içinde kaybolmanıza sebep olup yormuyor. Öykülerin birbirine benzer ve farklıkları da çok değişik. Bir öykü son derece edilgen ve akışına bırakılmışken bir diğeri tırnaklarıyla kazıyarak bir yerlere gelmesiyle tezat oluşturuyor ve bu da filmin kesişmesini daha çok merak etmemize sebep oluyor.
Küçüklüğünde bir ölümden dönme hadisesi yaşayan esas adamımız -can ciğer kuzu sarmamız Matt Damon- insanlara dokundukça onlarla iletişim kurmak isteyen ölülerini görüp duyabilen ve dahası hissedebilen bir adam. Bunun ekmeğini de yemiş zamanında ama artık "ölümün çok olduğu yerde benim hayatım yok vre" diyerek resti çekmiş, medyumluğunu arkasında bırakıp o ve bu işlerde çalışmaya başlamış. El emeği diyebileceğimiz dokunma halinin en uzağına gitmiş, arada da bu dürtüsünden uzaklaşmak için diye tahmin ettiğimiz bir şekilde oyalanma yöntemlerinin peşinde yemek yapmayı öğreniyor. Ölülerle konuşmak onu öylesine yormuş ki kardeşinin tüm baskılarını bile görmezden geliyor ve biz bunun sebebini Clint Eastwood bize açıkça gösterene dek pek de anlamıyoruz. İşlerin karıştığı nokta biz seyircinin aaaaaa dediği noktaya denk düşüyor.
Filmin bu kısmı belki de filmin en edilgen öyküsü. Adamın nadiren iletişime geçtiği anlarda ne kişileri ne de konuşacaklarını seçemiyor oluşu onu sadece aradaki insan konumuna getiriyor. Ama esas öykünün sahibi/sahibesi de ondan farklı değil. Karşısındakine gördüğü/duyduğu kişiyi tanımlarken bu kişiler "vay onu değil şunu gör/duy" diyemiyor. Ölüler haricindeki herkes ne gelirse bahtıma ruh halinde akışında sürükleniyor.

Zaten ne zaman ki karakter akışı değiştirmeye çalışıyor, ruh haliyle birlikte tüm renkler değişiyor ve film başkaca bir boyuta geçiyor.
İkinci karakterimiz Fransız bir TV insanı. Filmin bu kısımları tamamen altyazılı, ve bu noktada kolayına kaçıp aksanlı bir İngilizce seçmediği için Clint Eastwood'a bir kez daha saygı duyuyor ve tüm filmlerini izleyeceğimize dair söz veriyoruz... Kadın Tsunami olayında ölümden geri dönüyor ama onun deneyimi adamınkinden tamamen ayrı. Daha farklı bir iletişimde ölülerle, bunu aşamıyor daha doğrusu aşmayı da istemiyor gibi bir hali var. Bu esnada ilişkisinin ve gördüğümüz kadarıyla işinin hafiften çatırdaması onun bu mikro-translarından daha büyük önem teşkil etmiyor ve bu yolu kendisi seçiyor. Üzerine bir kitap yazıp deneyimlerini paylaşmaya son derece kararlı bir şekilde ilerliyor, sanki bunun hayatında çok büyük şeyleri değiştireceğinin bilincinde gibi bir hali var. En bulutların üstünde görünen ama en ayakları yere basan karakter esasında tüm Eastwood filmlerindeki gibi yine kadın.
Bir de üçüncü bir öykü var ki kendisi filmin kesişim kümesini mi temsil ediyor yoksa ayrılığını mı hala tam olarak karar verebilmiş değilim. Aralarında inanılmaz bir sevgi bağı olan ikizinin ölümünü canlı bağlantıyla dinleyen çocuk, kardeşinin çevresinde olduğundan emin bir şekilde iletişim yolları arıyor. Bunun için de ne gerekirse yapıyor ve "piyasa"nın ne pis bir ortam olduğunu biz bu çocuk sayesinde ve bu çocukla öğreniyoruz. Şapka detayının filmin baş köşesine oturduğu öyküsü açıkçası Matt Damon'un öyküsünden çok daha ilginç olduğu için çocuk kısmını daha kısa geçmekte fayda var...
Filmde kesişmeler yaklaştıkça bireysel hikaye süreleri kısalıyor, bu harika bir detay olarak gözümüze de sokulmadan yapılıyor. Kesişmenin ha oldu ha olacağı noktada saniyelerle geçiyor öyküler... Ne zaman ki kesişmeyi görüyoruz yine bireysel öykü sürelerinde bir artışla resmen rötuş atılıyor ve kurgusu çok güzel bir şekilde ve biraz da hayalperest bir bakış açısıyla sonlanıyor. Sonlanma için çekilen fon mekanı bir nevi bizim İstiklal/Çiçek Pasajı. Tam o ışıkta ve romantizmde. Çocukluğundan beri Londra'nın çok romantik bir şehir olduğunu düşünenlerden olmam son sahneleri kayırmama sebep oluyordur belki ama şehrin dokusunun bu filmin sonundaki atmosfere pek bir uyduğuna inandım/inanıyorum. Clint Eastwood'u yönetmen olarak belki de bu yüzden seviyorumdur.

1 Mart 2011 Salı

Dogma

-İşbu yazıyı tamamlaması 1 yıl sürdü, te Allah'ım...-

İnancı destekleyen bir din parodisi. Hem de en komiğinden...

Öncelikle bu film komple Hristiyan inanış üzerinden şekillenmiş, mesela Azrail ölüm meleği olarak yer almıyor, onun yerine Loki var. Dolayısıyla kendi adıma çok şeyleri anlamadım uzun bir süre ama çok bir sorun yaratmıyor bu durum zira filmin ilerleyen safhalarında herşey anlaşılıyor.
Dini olmayan din filmi diye de özetleyebiliriz aslında. Ya da dini olan ama fena halde ti'ye alınmış bir din filmi de diyebiliriz. İnancını kaybetmiş ve kürtaj kliniğinde çalışan bir kadına Dünya'yı kurtarma görevi veriliyor, hem de Allah tarafından.

İnancını kaybetmiş dediysem tam olarak ciddiye de almayın, zira kadının yatak odasında 2 adet haç, bir kilise fotoğrafı var ve kadın yatmadan dua eden birisi. Sadece kaybetmiş olabileceğini düşünüp bunalıma girmekte... Gecenin bir yarısı gelen Tanrı'nın Sesi Meleği Metatron kadına neler yapması gerektiğini özetliyor, hem de son derece bıkkın ve tekdüze bir şekilde, sanki her gün böylesi bir görev verirmiş derecesine soğukkanlılıkla. Kadına melek olduğunu kanıtlaması ve tekilayla ağzını çalkalama hikayeleri ne denli ciddi bir filmle karşı karşıya olduğumuzu gösterir nitelikte zaten... Metatron ve kadın arasındaki konuşmanın detayını es geçiyorum çünkü filmle ilgili çok fazla şey içeriyor ve sanırsam buraya yazdığım anda filmin genel sırrı çözülmüş gibi olacak.
Sonra kadına iki peygamber gönderiliyor: Sessiz Bob ve Jay!
The Clerks filminden bilinen bu ikili bir tür fenomen. Sessiz Bob gerçekten tümüyle sessiz, Jay ise iki kişilik konuşup bir o kadar da küfreden bir adam. İşin tuhafı bu adamların peygamber olduklarına dair bir fikirleri bile yok. Gökten yağan 13.Havari ile kadro tamamlanıyor ve dünya kurtarılmaya hazır hale geliyor -Burada bir es verip filmin ciddiyetini özetleyelim: Jay "gökten zenci adam yağacak değil ya" dediği anda yere düşen 13.Havari'ye şaşkın bir şekilde bakar... Sonra gökyüzüne bakar ve "gökten çıplak kadın yağacak değil ya!" der-... Silent Bob'un konuştuğu sahneler ise bambaşka...
Sonrası Loki ve Bartleby'ın eve dönmek uğruna yaptıkları ve yapacakları, onlara hak verirken afallamamız ve yollarını nasıl by-pass edeceklerini gözlemlememiz üzerine kurulu... Tabii bu arada türlü melekler, her yerden din eleştirisi, Allah, mucizeler, meleklerin inanışları, Selam Hayek filan derken film bir keşmekeş ortamına doğru hızla yol alıyor, ama bu izleyici olarak bizi rahatsız eden bir tarzda değil... Bir sürü karakter var ve her an yeni karakterler ekleniyor ama biz genel olarak yüzümüzde kocaman bir gülümsemeyle izliyoruz.
Eleştirilmeyen hiçbir şey bırakmazlarken aslında bir din paradosi değil inanca destek veren bir filme dönüşüyorlar ve bunu esasında o kadar alttan alta yapıyorlar ki hani o kadar eleştiri sağanağında ve bir o kadar da gülerken ne ara dini öğeleri araya sıkıştırdılar ve destek haline döndüler kesitremiyorsunuz bile...

Kısacası din parodileri bana ters gibi bir yaklaşımınız varsa bile izlenesi filmdir bu... Esprileri bazen o kadar ince ve o kadar muhalif ki sevmeseniz bile saygı duyacağınız garanti en azından... Ha bir de Alanis Morisette'i kaç filmde böylesi bir rolde görebilirsiniz?