10 Şubat 2012 Cuma

Zenne

Neresinden başlayacağımı bilemiyorum. Filmi daha demin izledim ve muhtemelen nasıl hislendiğimi yine ifade edemeyeceğim.

Bu film hakkında okumaktan, izlemekten ve duymaktan kaçındım, sanki hiçbir şey bilmeden izlersem daha güzel olacağını düşündüm. Ne sonunu ne de kimi anlattığını biliyordum. Açık söyleyeyim iyi ki de böyle yapmışım. Sonu bilinmezliklerle dolu bir gerilimdi benim için, içimi öylesine acıttı ki anlatamam. O son resmi görene dek, hani şu gazetelerde çıkan resmi, kim olduğunu bile bilmiyordum Ahmet'in ya da bizim bildiğimiz şekliyle Ahmet Y.'nin. Devamlı olarak Can'a bir terslik olacak diye izledim filmi. Ahmet'in ailesi yan konunun esas konuyu ele geçirmesi gibiydi. 
Filmin konusu sakin. Can bir zenne ve dansına hayran olan Alman bir fotoğrafçı onu model olarak kullanmak istiyor. Can'ın çevresinde dolaşan bir arkadaşı var, çekingen biraz, Ahmet. Sonra bu üçü arkadaş oluyor, ikisi sevgili. Askerliğe gitmemeye çalışmalarını anlatıyor film, onların gerginliklerini, yaşadıkları zorlukları... Böyle film gibi değil ama, doğal akışında. Belgesel gibi de değil, kurguların farkına vardırıyor izlerken. Zaten filmin en büyük başarısı bu belki de, herkes o kadar rol yapmıyor gibi ki, sanki her olay başlarından geçmişçesine. 
Ahmet'in arayışını sonlandırdığı kişi Alman fotoğrafçı. Yaşça Ahmet'ten çok büyük ama aralarında  çok enteresan bir bağ gelişiyor. Aşk mı güven mi bilemiyorum, ama onlar bir şekilde hem de hemen bağlanıyorlar. Danny'nin geçmişinde bir olay var ve bundan azap çekiyor, belki Ahmet bunu yok eden kişi oluyor onun için. Sonra da bunu tekrarlayan. En çok acı çeken karakter belki de aslında Danny. Yabancı bir ülkede, bambaşka bir kültüre sevdalanıyor...
Aile müthiş bir konu filmde. Can'ın tüm ailesi ona sahip çıkar ve onu desteklerken, Ahmet tamamen kendi içinde yaşıyor hepsini. Sadece kız kardeşi ve Can destek ona. Can'ın annesi de teyzesi de harika insanlar. Müthiş bir destek ve sahiplenme... Can'ı askere göndermeyen annesi, evi paylaştığı teyzesi var. Teyze evlenip boşanmış, gey konuşmalarını dinlemekten hoşlanmıyor olması onun duruma karşı olduğunu kesinlikle göstermiyor. Kimse yeğeninin askere gitmemek için hangi şekillerde resim çektirmesi gerektiğini dinlemek istemez sanırım. 

Can'ın annesi asker kocasını şehit vermiş, diğer oğlu ise psikolojik sorunlarla gelmiş askerden. Can'ı askere gitmekten alıkoyan en büyük sebep anne. Oğulları için kendi hayatından vazgeçmiş, her iki oğlunu da çok seviyor. Oğlunu askere göndermemek uğruna görmekten vazgeçecek kadar çok seviyor hem de. 

Ahmet'in annesinden ise tüm film boyu nefret ediyorsunuz. Babasına içiniz acıyor. Kendini öldürmeyi dahi başaramayan baba annenin tüm sözleri altında devamlı bir ezilme halinde. Anne tam bir otorite figürü ve Ahmet'in kaçma sebebi. Her an tüm dünyayı kontrolü altında tutmak isteyen, duygularının varlığından dahi emin olamadığınız bir kadın. 
Ahmet ise gey olduğu için özür dileyen bir insan evladı. Kendi duygularına gem vuramadığı için kendini suçluyor. Ama ne olduğunu biliyor ve bunu reddetmiyor. Ailesine açıklamak ise en büyük korkusu, bunu bize öyle güzel hissettiriyor ki babasını aradığında biz de onunla beraber ağlıyoruz.
Askerlik filmin başrollerinden biri. Neden gitmek istemediklerini öyle acımasızca gösterdiler ki bize, o anda tüm o doktorlardan nefret ettik. Hiç bir insan evladı o aşağılamaları hak etmez. Amacı nefret ettirmek mi yoksa empati kurdurmak mı bilemiyorum ama doktorların yaklaşımını düşündükçe televizyona terlik fırlatma isteğim artıyor.
Fakat filmin en güzel yanlarından biri hiç kimseyi dış görünüşüyle yargılamamamız gerektiğini bize çaat diye göstermesi. Teyzenin sevgilisi -ki son derece tekinsiz bir hali var- bir sevgi insanı. Can'ı, Ahmet'i, Danny'yi, teyzeyi gerçekten seven ve bunu göstermeye dahi gerek duymayan bir insan. Kirayı ödediği için kızan teyzeye "Seni seviyorum, ne var ödememde" demek yerine "Ben de burada yaşıyorum, uyuyorum, yiyorum, içiyorum, ne var yani!!!" şeklinde bağırıp kapıyı çekip çıkan, Ahmet'e dayılananlara "Bana bak koçum, benimle dalaşmak ister misin?" diyen bir tip. Teyzeyle evlenmek isteyen, onu sevdiğini her an hissttiğimiz, hani keşke bizim de böyle bir eniştemiz olsa diyeceğiniz bir insan. Sıcacık ve doğal.

Ailecek delicesine sevdik bu filmi. Yaş, bakış açılarındaki farklılık, jenerasyon değişimi hiç etki etmedi, bir nevi kurşun geçirmez duygu geçirir enfes bir film kısacası. Aileyle beraber izlemiyor olsaydım açık söylüyorum yarım saate yakın ağlardım. Bunu da zerrece duygu sömürüsüne başvurmadan yapmışlar ya ellerinden alınlarından yanaklarından öpmek lazım. Film biteli 1 saate yakın oldu, ve tüm bu süre boyunca filmden başka bir şey düşünemez haldeyim, boğazımda bir yumru var ve gitmiyor. Hayallerim, Takıntılarım ve Diğerleri filmlerimin baş köşesine itinayla kuruldu ve uzunca bir süre tahtını kimselere bırakacağını sanmıyorum.

8 Şubat 2012 Çarşamba

The Art of Getting By

Kendi keyfine göre üşengeçliğin kitabını yazan bir film var bu sefer. Esas oğlanımız dünyanın en umursamaz insanlarından biri. Esas kızımız ise kendi hayatına bakan bir tip. Lise son sınıftalar. 

Oğlan kimseyle konuşmayan, son derece zeki, bir o kadar entellektüel, arkadaşlarla ve de kızlarla pek işi olmayan ve delicesine çizim yapan bir tip. Ödevlerini yapmayı reddediyor ve kendince bunu sebepsiz de yapmıyor: "Yahu ölüp gideceğiz zaten, ne demeye uğraşayım?". Bu genel geçer ergenlik krizi gibi görünebilecek sözü hayatının merkezine öyle güzel oturtmuş ve zekasıyla da kendini öyle bir haklı çıkartıyor ki öğretmenleri bile buna karşı çıkamıyor: "Üzgünüm hocam depresyondaydım ödevimi yapmayı canım istemedi"... Ödevler filmde çok önemli bir yer tutuyor, filmin önceki adının da Ödev olmasının sebebi bu olsa gerek.
Çocuğun son sınıf olması ve zekası müdürle bir yakınlık kurdurmuş geçmişte. Müdür onu çekiyor ve de çeviriyor. Bir nevi az da olsa boyunduruğuna girdiği tek otorite. Bunu da muhtemelen müdürü mantıklı bulmasından kabulleniyor, müdür hiçbir şeyi dayatmıyor ve devamlı seçenek sunuyor oğlana: Ya bir daha okul bahçesinde sigara içmezsin, ya da sana resmi uyarı veririm. Ya mezun mihmandarlığını kabul edersin ya da sana okulu kırmaktan ve ödev yapmamaktan uzaklaştırma veririm. Ya ödevlerinin tamamını 3 hafta içinde yaparsın ya da diplomayı unutursun, seçim senin.
Edebiyat dersinde verilen kitabı okul için değil istediği için okuyan ve tek bir kişinin bile anlamadığı kitaba bambaşka bir açıdan bakan ve belki yıllar önce okuduğu kitabın detaylarını hatırlayan bir çocuktan
bahsediyoruz neticede.

Her türlü otoriteye acımasızca karşı gelirken bir kıza yardımcı oluveriyor. Kız "Neden bana yardım ettin?" dediğinde "Amaaaan ben alışkınım, zaten otoriteyle uğraşma konusunda da epey deneyimliyim, şimdi sen üzülürsün filan diye düşündüm" diyor. Kız sonra oğlanın peşine düşüyor. Kız oğlanı sözde arkadaş olarak görürken -kullanırken-, oğlan kıza aşık oluveriyor. Konu dallanıyor ve budaklanıyor epeyce bir aşk filmine dönüşüyor ve oğlan kızı bırakıyor. Daha doğrusu hayatından elini eteğini -oğlanın durumunda pardösüsünü- çekiyor. Yalnız kalmaya alışkın olmayan kız teselliyi başka kollarda arıyor, aradığını da elbet buluyor. 
O esnada oğlan yine ağır depresyona giriyor ve tamamen nihilist bir yaklaşıma giriyor. Tam da depresyondayken yapacağınız şeyleri yapıyor aslında: Aynı şarkıyı on yüz bin milyon kez dinliyor, elinde olsa yatağından da çıkmayacak ama devam etmek zorunda olduğu bir okulu var, zaten idealleri uğruna reddettiği ödevlerin varlığını bile unutuyor, konuşmuyor, yemiyor... Derken -ki oğlanın Türk olduğundan bayağı bir şüphelenmeye başladığım nokta da tam buraya denk geliyor- evin elden gittiğinin ve annesini mutlu etmenin tek yolunun mezun olmasından geçtiğini görüyor ve yumurtanın kapıya sıkışmasıyla kalan üç haftada deliler gibi derslere sarıyor, bu sırada kıza olan düşkünlüğü de gidiyor. Unutulmayı hazmedemeyen kız geri dönüyor ve peri masalından daha tatlı bir şekilde filmimiz sonlanıyor.
Film boyunca bu çocuk niye böyle olmuş filan gibi detayları görmüyoruz, film bize sadece bugünü sunuyor. Ne annesinin babasından neden boşandığını, neden çocuğun bir anda ölümü fark ettiğini görmüyoruz. Bu yönü çokça takdir edilesi olmuş. 

Müzikler her ana tam oturmuş. Oğlanın çizime düşkünlüğü pek güzel. Film romantizme çok göz kırpsa da doyumsuz gençliğe daha yakın temas halinde. Renkleri, çekimi, oğlan ve kız hepsi ayrı ayrı güzel... Kısacası böyle hafif gibi, insanın vaktinin güzel geçmesini sağlayan mis gibi bir film olmuş. Filmi romantik komedi, "aman da canım her türlü sistem eleştirisini yaparken bir anda o akıntıya giriveriyor, olur mu böyle" şeklinde okumak mümkün, ama benim gözümde gayet 17-18 yaşındaki iki gencin kendi dünyalarında yaşamalarını anlatıyor.