18 Mart 2010 Perşembe

Gemi-Yol Filmleri No.2: New York, I Love You

Bu seriye cevaben ben de seni seviyorum be diyesim var.

Bir kere mutlu ediyor. En üzüntülü hikayelerinde bile bir hoşluk bırakıyor. Bir mutluluk, bir huzur.
Bir sürü hikayeyi izlerken biraz daha olsa da izlesek diyorsunuz.

Kesişmeler Paris, Je T'aime'den çok farklı. Hikayeler de öyle.
Biri Avrupa'nın o uzak/yakın halini taşırken diğeri daha bir fırıldak insanlar dünyasında geçiyor.
Biri elit Avrupalılardan da bahsederken New York daha halktan insanlar kurgusunda geçiyor.

İlkinde torbacısına aşık oyuncu için üzülürken bu filmde hiç görmediği menajerine aşık müzisyen için evhamlanıp, kızın resmini yapmak için ölüp biten ressam için vah vahlıyor, yaşlı huysuz ama hala birbirini seven o çiftin hayallerimizi süslediği gerçeğiyle yüzleşiyoruz.

Sevgili mi yoksa baba/kız mı olduklarını hikayenin sonuna dek anlayamadığımız hikayenin yerini zenci baba/beyaz kız hikayesi alıyor. Camdan atlayıp reenkarnasyon geçiren yaşlı adam filmin fantastik yanına götürüyor. Ya da birbirlerini hiç tanımayan ama çok da güzel bir aşkın bu şekilde de başlayacağına bizi inandıran bir kadın bir erkekte güven buluyoruz. Ya da ancak bir Fransız filminde rastlayabileceğimiz bir fanteziye Amerikan versiyonunda ortak oluyoruz. Ya da bir fahişe figürünün Fransız ve Amerikan filmlerinde nasıl karşılık bulduğuna tanık oluyoruz.

Ama hep bir güzellik içinde. Paris filminin manzaralarını elbette bu filmde beklememek lazım ama kesişmeler daha başarılı kurgulanmış. New York'un beynelmilel hali çok güzel vurgulanmış, hani New York herkesin ya da hiç kimsenin yeridir gibisine bir durum var. Hırsızlar arası mücadele çok hoş olmuş, hele ki filmin ilk hikayesi için. "Büyükşehilerin hırsızlarıyla taksileri olmazsa olmaz"a şahane bir vurgu var. Zaten taksi olayını çok noktada işlemişler, kesişmelerin bazılarının odak noktası haline getirmişler.
Uğur Yücel şahane bir insan. O alaycı bakışlarıyla "kim bu yaaa, ne de güzel oynamış, dünyada bilinmedik ne yetenekler var" dedirttiğine nickim kadar eminim. O alaycı bakışlar, o duygusallık... Bilen biliyor gerçi ama gerçekten Uğur Yücel'in -ve bir de Erkan Can'ın- ciddi anlamda hastasıyım. Hikayeyi sırf bu yüzden kayırıyor olabilirim, ama o uzak doğulu kadının hikaye sonundaki bakışları kendimce beni doğruluyor.

Bir de bu filmde kısa kısa hikayelerde Natalie Portman başrolde. Hem bir hikayede oynuyor hem de çok güzel bir hikaye çekmiş. Başrol oynadığı hikaye kültürlerarası farklılıklar ve benzerliklere çok tatlı göndermeler yapıyor ve sonunu da başka bir hikayede bağlıyor. Bağlamasıyla, konuşmalarıyla ve bakışmalarıyla -bence- filmin en öne çıkan iki hikayesinden biriydi.

Yönetmen olarak yer aldığı hikaye ise son derece sevimli bir hikayecilikte. Her anlamda ayrı bir çiftin meyvesi -sevimli velet- yaşının çok üstünde sohbet ediyor. Yaşının çok üstündeki insanlar ise onun anlayabildiği şeyleri anlayabilemekten aciz ya da önyargılarının kurbanı. Bu hikayenin en dokunan yanı ise babanın tenezzül edip de kendini açıklamaya bile kasmaması. Kimse gerçekleri bilmek zorunda değil, işin tuhafı o önyargılı kadınlara dek bizleri ten rengindeki farklılığa dikkat bile etmeyecek derece konuya inandırmış olması. Bu kadının bir önceki filmdeki hikayelerden en güzellerinden birinde yer alması tesadüfi değil galiba.
Filmin -kendimce- en öne çıkan diğer hikayesi birbirlerini birer kez görüp/sevişip garip bir şekilde bağlanan çift/ya da çift olma yolunda ilerleyen ikili. Bu hikayede neredeyse hiç dış ses yok, tamamen kendi düşüncelerinde geçiyor, dolayısıyla her dertlerini tiyatro gibi oynamak durunda kalan iki oyuncusu var. Her düşüncelerini, şüphelerini, kararlarını, pişmanlıklarını ya da heyecanlarını mimikleriyle, gözleriyle ve nadiren de vücut dilleriyle anlatmışlar ve o kadar da tatlı yapmışlar ki sanki onlar oyuncu değiller, konu kısa film tadında değilmiş, uzun süredir biz bu ikilinin gelişimini biliyoruz ve kararlarına ortak olmak istiyoruz haline getirmişler seyirciyi.

Bu seriyi kısa film heyecanını yansıttığı için ya da başka bir sürü sebepten seviyorum. Devamını büyük bir heyecan ve mutlulukla bekliyorum. Bunu gemide değil yolda seyrettiğim için de o taksiler filan tam bir yol filmi gibi geldi bana... Öyle de bir güzel anısı kaldı gelecek zamanlara.

Gemi-Yol Filmleri No.1: The Hurt Locker

-Bol miktarda iç sesimle kendim arasında konuşma içermektedir.-

Hayatımda ilk kez Oscar'ı mantıklı bir saatte ve canlı izledim. Çok eneteresan bir duyguydu gerçekten. Daha da enteresanı çeşitli sebeplerden hayatımda yine ilk kez filmlerin çoğunu görmemiş ve hatta duymamış olmamdı. Evet ya kesin Avatar alacaktı, nitekim ben diğerlerinden sadece Up'ı görmüştüm ve Oscar komitesi muhteşem bir çizgi filme ödül verecek kadar uçmamıştı. Ha verseler Oscar komitesi için bugüne ettiğim lafları geri bile alabilirdim. Dahası Jeff Bridges ödülü alınca o kadar Nirvana'ya ermiş gibi hissettim ki kalan "Avatar" ödüllerini izlemeyi reddettim. İşte tam bu noktada nakavt oldum ve Hurt Locker diye bir filmin her bi'şeyi silip süpürdüğünü fark ettim. O zaman hemen döner dönmez izlemeliydim ama o da nesiydi gemide bu film vardı.

İşte böyle büyük beklentiler eşliğinde filmi koyduk. Bir kere film 130 dakika. 2 saatin üstündeki filmlere önyargım var, ama yine de seyrederdim yahu, neticede o kadar ödülü boşa almış olamazdı.

Dakika:0
Başlangıcı savaşın uyuşturucu etkisine dair bir söz. Muhalif gibi bir duruşu var. Hımmmmmm.... İyi gibi aferin bak bir kadın savaş filmi çekerse zaten başka türlü olmazdı. Yürü be kim tutar seni.
Dakika:20
Çocuk sevimli, ölen filan da oldu bu çocuk asi takılır şimdi. Savaşın mantıksızlığını gözümüze sokacak. Dahası o patlayan bomba sahnesi harbi çok iyiydi. Yürü be kadın, zaten bir kadın savaş filmi çekerse böyle olmalı. Neticede daha duygusal varlıklarız, genlerimiz böylesi bir zulme izin veremezdi.

Dakika:40
Ulan?!?!?!
E ne güzel eşit gibi başlamıştı bu film, hem Amerikalılara hem Iraklılara giydiriyordu. Ne de güzel dışarıdan bir bakış açısı vardı, nasıl oldu da Amerikan cenahına döndü bu film... Neyse dur bakalım şimdi ters köşe yapmasın?!?!

Dakika:89
Eeeeeehhhhhh. E ama yani!

Dakika: 130
Dış ses: Sizce de bu film çok "yaşasın Amerikalı kahraman, kahrolsun Iraklılar filmi olamamış mı? Hayır anlamıyorum bu kadar taraflı bir film nasıl Oscar alabilir?"
Cevap: Tuhaf bakışmalar ve bu filmi nasıl sevmezsin gibisine şaşkın ifadeler.

Evet filmin sonunda -hatta yarısında- fena halde bir pis Iraklılar cengaver Amerikalı kuzucuklara pusu kurup öldürmeye meylediyorlar ama kahramanlarımız canlarımız hem demokrasiyi hem de ülkelerini (?) kurtarıyorlar durumu hakim oluyor. Görünürde Amerikalılar hiç bir tuzak kurmuyorlar, bütün pislikler onlara yapılıyor. Onlar bildiğimiz sütten çıkmış ak kaşık. Öyle ki adamlar bir yerde saatlerce bekleyince onlar için üzülüyoruz.

Amerikalı askerlerin insan oldukları gerçeğini reddetmiyorum elbette ama Iraklıların da insan olduklarını ve hatta oranın onların ülkesi olduğunu bir noktada unutmuş yönetmen, zavallı Amerikan askerciklerinin ne zorluklarla orada yaşadıklarını anlatmaya çalışmış. İşin tuhafı Amerikalıların buna kanmış olmaları. Yani onlara göre galiba gerçekten de Amerikalılar oraya bir ülkeyi işgal etmeye değil orayı kurtarmaya gitmişler.

Bir hemcins olarak bu filmden rahatsızım. Bir sinemasever olarak da bu filmden rahatsızım. Anlattığı şeylerden mutsuzum. Görüntülerine tek sözüm yok, çekimler yer yer çok acayip, süper slow motionlar özellikle çok şahane. Ama sadece görüntü için izleyeceksem gider Cennet'i izlerim, en azından bana savaşın haklı gerekçelerini anlatmaya çalışmıyor ve en azından başta söylemeye çalıştığı şeylerden filmin ilk çeyreğinde vazgeçip 180 derece dönmüyor.
Esas anlamadığım şey Oscar komitesi. Ama anlamaya çalışmaktan vazgeçeli epey oldu. Neticede geçen sene bütün dallardan sadece tek dal tutturabilmiş biriyim. Her sene aynı hikaye, Crash hariç, ona da politik sebeplerden verdiklerine inanıyorum hala, yoksa öylesi güzel bir filme Oscar nasıl çıkar? Yine de eski eşin fendi James Cameron'ı yendi diye de dudağımın bir kenarında saçma bir gülümseme var. İlk kadın yönetmen Oscar'ı savaşı destekleyen bir filme mi olamlıydı ama ya?