Bir kere mutlu ediyor. En üzüntülü hikayelerinde bile bir hoşluk bırakıyor. Bir mutluluk, bir huzur.
Bir sürü hikayeyi izlerken biraz daha olsa da izlesek diyorsunuz.
Kesişmeler Paris, Je T'aime'den çok farklı. Hikayeler de öyle.
Biri Avrupa'nın o uzak/yakın halini taşırken diğeri daha bir fırıldak insanlar dünyasında geçiyor.
Biri elit Avrupalılardan da bahsederken New York daha halktan insanlar kurgusunda geçiyor.
İlkinde torbacısına aşık oyuncu için üzülürken bu filmde hiç görmediği menajerine aşık müzisyen için evhamlanıp, kızın resmini yapmak için ölüp biten ressam için vah vahlıyor, yaşlı huysuz ama hala birbirini seven o çiftin hayallerimizi süslediği gerçeğiyle yüzleşiyoruz.
Sevgili mi yoksa baba/kız mı olduklarını hikayenin sonuna dek anlayamadığımız hikayenin yerini zenci baba/beyaz kız hikayesi alıyor. Camdan atlayıp reenkarnasyon geçiren yaşlı adam filmin fantastik yanına götürüyor. Ya da birbirlerini hiç tanımayan ama çok da güzel bir aşkın bu şekilde de başlayacağına bizi inandıran bir kadın bir erkekte güven buluyoruz. Ya da ancak bir Fransız filminde rastlayabileceğimiz bir fanteziye Amerikan versiyonunda ortak oluyoruz. Ya da bir fahişe figürünün Fransız ve Amerikan filmlerinde nasıl karşılık bulduğuna tanık oluyoruz.
Ama hep bir güzellik içinde. Paris filminin manzaralarını elbette bu filmde beklememek lazım ama kesişmeler daha başarılı kurgulanmış. New York'un beynelmilel hali çok güzel vurgulanmış, hani New York herkesin ya da hiç kimsenin yeridir gibisine bir durum var. Hırsızlar arası mücadele çok hoş olmuş, hele ki filmin ilk hikayesi için. "Büyükşehilerin hırsızlarıyla taksileri olmazsa olmaz"a şahane bir vurgu var. Zaten taksi olayını çok noktada işlemişler, kesişmelerin bazılarının odak noktası haline getirmişler.
Uğur Yücel şahane bir insan. O alaycı bakışlarıyla "kim bu yaaa, ne de güzel oynamış, dünyada bilinmedik ne yetenekler var" dedirttiğine nickim kadar eminim. O alaycı bakışlar, o duygusallık... Bilen biliyor gerçi ama gerçekten Uğur Yücel'in -ve bir de Erkan Can'ın- ciddi anlamda hastasıyım. Hikayeyi sırf bu yüzden kayırıyor olabilirim, ama o uzak doğulu kadının hikaye sonundaki bakışları kendimce beni doğruluyor.
Bir de bu filmde kısa kısa hikayelerde Natalie Portman başrolde. Hem bir hikayede oynuyor hem de çok güzel bir hikaye çekmiş. Başrol oynadığı hikaye kültürlerarası farklılıklar ve benzerliklere çok tatlı göndermeler yapıyor ve sonunu da başka bir hikayede bağlıyor. Bağlamasıyla, konuşmalarıyla ve bakışmalarıyla -bence- filmin en öne çıkan iki hikayesinden biriydi.
Yönetmen olarak yer aldığı hikaye ise son derece sevimli bir hikayecilikte. Her anlamda ayrı bir çiftin meyvesi -sevimli velet- yaşının çok üstünde sohbet ediyor. Yaşının çok üstündeki insanlar ise onun anlayabildiği şeyleri anlayabilemekten aciz ya da önyargılarının kurbanı. Bu hikayenin en dokunan yanı ise babanın tenezzül edip de kendini açıklamaya bile kasmaması. Kimse gerçekleri bilmek zorunda değil, işin tuhafı o önyargılı kadınlara dek bizleri ten rengindeki farklılığa dikkat bile etmeyecek derece konuya inandırmış olması. Bu kadının bir önceki filmdeki hikayelerden en güzellerinden birinde yer alması tesadüfi değil galiba.
Filmin -kendimce- en öne çıkan diğer hikayesi birbirlerini birer kez görüp/sevişip garip bir şekilde bağlanan çift/ya da çift olma yolunda ilerleyen ikili. Bu hikayede neredeyse hiç dış ses yok, tamamen kendi düşüncelerinde geçiyor, dolayısıyla her dertlerini tiyatro gibi oynamak durunda kalan iki oyuncusu var. Her düşüncelerini, şüphelerini, kararlarını, pişmanlıklarını ya da heyecanlarını mimikleriyle, gözleriyle ve nadiren de vücut dilleriyle anlatmışlar ve o kadar da tatlı yapmışlar ki sanki onlar oyuncu değiller, konu kısa film tadında değilmiş, uzun süredir biz bu ikilinin gelişimini biliyoruz ve kararlarına ortak olmak istiyoruz haline getirmişler seyirciyi.
Bu seriyi kısa film heyecanını yansıttığı için ya da başka bir sürü sebepten seviyorum. Devamını büyük bir heyecan ve mutlulukla bekliyorum. Bunu gemide değil yolda seyrettiğim için de o taksiler filan tam bir yol filmi gibi geldi bana... Öyle de bir güzel anısı kaldı gelecek zamanlara.
Bir sürü hikayeyi izlerken biraz daha olsa da izlesek diyorsunuz.
Kesişmeler Paris, Je T'aime'den çok farklı. Hikayeler de öyle.
Biri Avrupa'nın o uzak/yakın halini taşırken diğeri daha bir fırıldak insanlar dünyasında geçiyor.
Biri elit Avrupalılardan da bahsederken New York daha halktan insanlar kurgusunda geçiyor.
İlkinde torbacısına aşık oyuncu için üzülürken bu filmde hiç görmediği menajerine aşık müzisyen için evhamlanıp, kızın resmini yapmak için ölüp biten ressam için vah vahlıyor, yaşlı huysuz ama hala birbirini seven o çiftin hayallerimizi süslediği gerçeğiyle yüzleşiyoruz.
Sevgili mi yoksa baba/kız mı olduklarını hikayenin sonuna dek anlayamadığımız hikayenin yerini zenci baba/beyaz kız hikayesi alıyor. Camdan atlayıp reenkarnasyon geçiren yaşlı adam filmin fantastik yanına götürüyor. Ya da birbirlerini hiç tanımayan ama çok da güzel bir aşkın bu şekilde de başlayacağına bizi inandıran bir kadın bir erkekte güven buluyoruz. Ya da ancak bir Fransız filminde rastlayabileceğimiz bir fanteziye Amerikan versiyonunda ortak oluyoruz. Ya da bir fahişe figürünün Fransız ve Amerikan filmlerinde nasıl karşılık bulduğuna tanık oluyoruz.
Ama hep bir güzellik içinde. Paris filminin manzaralarını elbette bu filmde beklememek lazım ama kesişmeler daha başarılı kurgulanmış. New York'un beynelmilel hali çok güzel vurgulanmış, hani New York herkesin ya da hiç kimsenin yeridir gibisine bir durum var. Hırsızlar arası mücadele çok hoş olmuş, hele ki filmin ilk hikayesi için. "Büyükşehilerin hırsızlarıyla taksileri olmazsa olmaz"a şahane bir vurgu var. Zaten taksi olayını çok noktada işlemişler, kesişmelerin bazılarının odak noktası haline getirmişler.
Uğur Yücel şahane bir insan. O alaycı bakışlarıyla "kim bu yaaa, ne de güzel oynamış, dünyada bilinmedik ne yetenekler var" dedirttiğine nickim kadar eminim. O alaycı bakışlar, o duygusallık... Bilen biliyor gerçi ama gerçekten Uğur Yücel'in -ve bir de Erkan Can'ın- ciddi anlamda hastasıyım. Hikayeyi sırf bu yüzden kayırıyor olabilirim, ama o uzak doğulu kadının hikaye sonundaki bakışları kendimce beni doğruluyor.
Bir de bu filmde kısa kısa hikayelerde Natalie Portman başrolde. Hem bir hikayede oynuyor hem de çok güzel bir hikaye çekmiş. Başrol oynadığı hikaye kültürlerarası farklılıklar ve benzerliklere çok tatlı göndermeler yapıyor ve sonunu da başka bir hikayede bağlıyor. Bağlamasıyla, konuşmalarıyla ve bakışmalarıyla -bence- filmin en öne çıkan iki hikayesinden biriydi.
Yönetmen olarak yer aldığı hikaye ise son derece sevimli bir hikayecilikte. Her anlamda ayrı bir çiftin meyvesi -sevimli velet- yaşının çok üstünde sohbet ediyor. Yaşının çok üstündeki insanlar ise onun anlayabildiği şeyleri anlayabilemekten aciz ya da önyargılarının kurbanı. Bu hikayenin en dokunan yanı ise babanın tenezzül edip de kendini açıklamaya bile kasmaması. Kimse gerçekleri bilmek zorunda değil, işin tuhafı o önyargılı kadınlara dek bizleri ten rengindeki farklılığa dikkat bile etmeyecek derece konuya inandırmış olması. Bu kadının bir önceki filmdeki hikayelerden en güzellerinden birinde yer alması tesadüfi değil galiba.
Filmin -kendimce- en öne çıkan diğer hikayesi birbirlerini birer kez görüp/sevişip garip bir şekilde bağlanan çift/ya da çift olma yolunda ilerleyen ikili. Bu hikayede neredeyse hiç dış ses yok, tamamen kendi düşüncelerinde geçiyor, dolayısıyla her dertlerini tiyatro gibi oynamak durunda kalan iki oyuncusu var. Her düşüncelerini, şüphelerini, kararlarını, pişmanlıklarını ya da heyecanlarını mimikleriyle, gözleriyle ve nadiren de vücut dilleriyle anlatmışlar ve o kadar da tatlı yapmışlar ki sanki onlar oyuncu değiller, konu kısa film tadında değilmiş, uzun süredir biz bu ikilinin gelişimini biliyoruz ve kararlarına ortak olmak istiyoruz haline getirmişler seyirciyi.
Bu seriyi kısa film heyecanını yansıttığı için ya da başka bir sürü sebepten seviyorum. Devamını büyük bir heyecan ve mutlulukla bekliyorum. Bunu gemide değil yolda seyrettiğim için de o taksiler filan tam bir yol filmi gibi geldi bana... Öyle de bir güzel anısı kaldı gelecek zamanlara.