8 yıldır evli olan bir çiftin hayalleri ve hayatları üzerine bir film. Öncelikle bu sefer de kesinlikle objektif bir bakış açımın olmadığını belirtmeliyim. Şahsen izlerken Titanik mutlu sonla bitseydi işte gelecekleri durum buydu dercesine izledim filmi. İnanılmaz bir şekilde bir anda başlayan aşk, ve aynı vuruculukla o aşkın bitişi.Oyuncu olmak için tutku derecesinde bağlılıkları olan bir kadın April. Titanik'de Rose olduğunda da, Jack tutkusu için herkesi hiçe sayabiliyordu. Zenginliği tutku haline getirmemiş olması onun başka şeylere tutkuyla bağlanmaması için bir sebep değildi, zaten zenginliği tattığı için fakirliğin samimiyetine özeniyordu. Bu filmde de tam tersi, zenginliği ve başarıyı hiç tatmadığı için kuralları yıkmayı tutku haline getirmiş bir kadın. April belki yine zengin biri olmuş olsa, bu sefer de fakir yerlerde yeni maceralar peşinde koşabilirdi. Tek umudu Paris, çünkü burada sınırlarını zorlayabileceği kadar zorlamış, artık yeni tutkular bulması lazım, evi o geçindirse mesela ne kadar da güzel olur değil mi? İşte bu fikir aklına geldiği anda balıklama atlıyor ve hemen bunun yollarını araştırıyor. Sevgili kocası Frank'e bunu kabul ettirmenin yolunu bulmak için her şeyi denemekten çekinmiyor.
Frank, dışarıdan bakınca yeniliğe açık, ama gerçekte değerlerine bağlı, biraz dediği yapılsın isteyen biraz da boyun eğen bir tavır sergileyen bir karakter. Her sorunu çözümlemek istiyor, bu konuda daha dürüst davranıyor, ama neticede April'i, April'ın onu sevdiğinden çok daha fazla seviyor. Ama kendi hayatını daha önde tutan biri aynı zamanda Frank, Paris'e taşınma fikrine kapıldığı anda gelen terfiyi reddetmekle etmemek arasındaki karar aşamasında o büyük hayallerin hepsini bir anda arkaya atabiliyor ve bunu yaparken o baskın April'e sormayı düşünmüyor bile. Neticede o evin erkeği ve kararları o verir.
April bunu kabul eder mi peki? Etmez mi? Edebilir de etmeyebilir de, işte bu da filmin en güzel noktası. Çünkü April ne yapacağı önceden kestirilemeyecek kadar belirsiz bir karakter, bir anda hiç beklenilmeyen bir tepki verebilirken bir anda tam da düşündüğünüz şeyi yapabiliyor. En çok bu yönü belki de bana Rose'u hatırlattı, o da kafasına estiği gibi davranmakla aristokrasi kuralları arasına sıkıştığı anlarda hangisini seçeceğini -zaman zaman- tam olarak kestiremediğimiz biri olabiliyordu.
Titanik'teki Jack, yine kararları aslında kendisi alan ama bunu çok da çaktırmayan biriydi. Yine biraz kendi hayatını önde tutabiliyordu, ama ne olursa olsun Rose'u en en önde tutuyordu. Rose için kendi hayatını veren bir karakterdi kısaca, ama Frank bunun tam tersi, kendi kariyeri için April'i -belki de o kadar da farkında olmadan- harcıyor. Kendi aldatmasını "hiç önemli değildi, bir anlamı da yoktu, takılma sen, seni seviyorum ben" diye geçiştirebiliyorken, April'in "ama ben seni sevmiyorum" deyişini çok büyük bir krize çevirebilecek kadar da obsesif, kendi yaptıklarının tamamını göz ardı ederken, kendine yapılan her şeyin farkında olması da enteresan. Hayatta tek korkusu April'in kendini sevmemesi gibi davransa, ve kıyamet koptuktan sonraki gün "benden gerçekten nefret etmiyorsun değil mi?" diye sorsa da, bunun aksi için de pek bir çaba harcamıyor.
April Frank'e aldattığını hiç söylemiyor mesela, ki kendisi için gerçekten zerre değeri yok o aldatmanın, sadece bir tür hınç alma, ama Frank'i sevse de sevmese de, onu yaralayacak her türlü lafı etmekten çekinmese de aldattığını söylemiyor. Böylesi tahmin edilemez bir karakter oluşu filmi daha bir güzel kılıyor. Rose da aldatan bir kişiydi unutmamak lazım. Tamam belki Jack'i hiç aldatmadı, ama Jack'le tanıştığında nişanlıydı.
Karakterleri bazında aşağı yukarı böyle bir film, filmin en ilginç karakteri ise ne Frank ne de April, sinir krizleri geçiren matematikçi Michael. Her şeyi çok net gören, söylenmek istemeyenleri söyleyen, hem de doğrudan söyleyen, hiç çekinmeyen ve zaman zaman da deliliğin ardına şahane bir şekilde sığınan çok değişik bir karakter. Zaten filmin dönüş noktasının sebebi de kendisi.
Neticede mutlu gibi başlayan mutsuzluğu garanti, birbirini seven ama sevmeyen bir çiftin öyküsünü izliyoruz. Çevre baskısını ve ne derece cesaret kırıcı olduklarını görüyoruz. Farklılığa tahammülsüzlüğü gözleyip, arkadan konuşmalara irkiliyoruz. En değişik insanlar bile olsa unutulmanın, daha doğrusu unutmak istemenin kolaylığı karşısında hayrete düşüyoruz. Kate'in performasına hayran olup, nasıl olup da öyle güzel Amerikan aksanı yaptığına anlam veremiyorken, yanında nispeten tıfıl kalan Leonardo di Caprio'yu ise uzun süredir en iyi rol yapışıyla izliyoruz. Bu arada resimlerden görüldüğü üzere Frank'in April'e bakışı hep çok yumuşak, hep çok duygulu, çok aşık ve çok güzel.
Frank, dışarıdan bakınca yeniliğe açık, ama gerçekte değerlerine bağlı, biraz dediği yapılsın isteyen biraz da boyun eğen bir tavır sergileyen bir karakter. Her sorunu çözümlemek istiyor, bu konuda daha dürüst davranıyor, ama neticede April'i, April'ın onu sevdiğinden çok daha fazla seviyor. Ama kendi hayatını daha önde tutan biri aynı zamanda Frank, Paris'e taşınma fikrine kapıldığı anda gelen terfiyi reddetmekle etmemek arasındaki karar aşamasında o büyük hayallerin hepsini bir anda arkaya atabiliyor ve bunu yaparken o baskın April'e sormayı düşünmüyor bile. Neticede o evin erkeği ve kararları o verir.
April bunu kabul eder mi peki? Etmez mi? Edebilir de etmeyebilir de, işte bu da filmin en güzel noktası. Çünkü April ne yapacağı önceden kestirilemeyecek kadar belirsiz bir karakter, bir anda hiç beklenilmeyen bir tepki verebilirken bir anda tam da düşündüğünüz şeyi yapabiliyor. En çok bu yönü belki de bana Rose'u hatırlattı, o da kafasına estiği gibi davranmakla aristokrasi kuralları arasına sıkıştığı anlarda hangisini seçeceğini -zaman zaman- tam olarak kestiremediğimiz biri olabiliyordu.
Titanik'teki Jack, yine kararları aslında kendisi alan ama bunu çok da çaktırmayan biriydi. Yine biraz kendi hayatını önde tutabiliyordu, ama ne olursa olsun Rose'u en en önde tutuyordu. Rose için kendi hayatını veren bir karakterdi kısaca, ama Frank bunun tam tersi, kendi kariyeri için April'i -belki de o kadar da farkında olmadan- harcıyor. Kendi aldatmasını "hiç önemli değildi, bir anlamı da yoktu, takılma sen, seni seviyorum ben" diye geçiştirebiliyorken, April'in "ama ben seni sevmiyorum" deyişini çok büyük bir krize çevirebilecek kadar da obsesif, kendi yaptıklarının tamamını göz ardı ederken, kendine yapılan her şeyin farkında olması da enteresan. Hayatta tek korkusu April'in kendini sevmemesi gibi davransa, ve kıyamet koptuktan sonraki gün "benden gerçekten nefret etmiyorsun değil mi?" diye sorsa da, bunun aksi için de pek bir çaba harcamıyor.
April Frank'e aldattığını hiç söylemiyor mesela, ki kendisi için gerçekten zerre değeri yok o aldatmanın, sadece bir tür hınç alma, ama Frank'i sevse de sevmese de, onu yaralayacak her türlü lafı etmekten çekinmese de aldattığını söylemiyor. Böylesi tahmin edilemez bir karakter oluşu filmi daha bir güzel kılıyor. Rose da aldatan bir kişiydi unutmamak lazım. Tamam belki Jack'i hiç aldatmadı, ama Jack'le tanıştığında nişanlıydı.
Karakterleri bazında aşağı yukarı böyle bir film, filmin en ilginç karakteri ise ne Frank ne de April, sinir krizleri geçiren matematikçi Michael. Her şeyi çok net gören, söylenmek istemeyenleri söyleyen, hem de doğrudan söyleyen, hiç çekinmeyen ve zaman zaman da deliliğin ardına şahane bir şekilde sığınan çok değişik bir karakter. Zaten filmin dönüş noktasının sebebi de kendisi.
Neticede mutlu gibi başlayan mutsuzluğu garanti, birbirini seven ama sevmeyen bir çiftin öyküsünü izliyoruz. Çevre baskısını ve ne derece cesaret kırıcı olduklarını görüyoruz. Farklılığa tahammülsüzlüğü gözleyip, arkadan konuşmalara irkiliyoruz. En değişik insanlar bile olsa unutulmanın, daha doğrusu unutmak istemenin kolaylığı karşısında hayrete düşüyoruz. Kate'in performasına hayran olup, nasıl olup da öyle güzel Amerikan aksanı yaptığına anlam veremiyorken, yanında nispeten tıfıl kalan Leonardo di Caprio'yu ise uzun süredir en iyi rol yapışıyla izliyoruz. Bu arada resimlerden görüldüğü üzere Frank'in April'e bakışı hep çok yumuşak, hep çok duygulu, çok aşık ve çok güzel.