--Gene kişisel bir notla başlıyorum, bıkkın duy sesimi, anladın sen onu!--
Kate Winslet'i oldum olası sevmişimdir, oyuncu olarak sevmemin yanında sanıyorum inatla kilo vermeyen o haline de bayılıyor olabilirim. Hatta bir açıklamasında "boşuna bana kilo ver artık deyip de çenelerini yormasınlar, oyunuma baksınlar, ben vücudumu bu hali ile seviyorum" gibisine bir şeyler dediğini okumuştum. Titanic ile hayatımıza giren bu kadını ben en son The Reader'da izledim, ki Oscar'ı nasıl aldığını göreyim, bu kadar ağladığına değdi mi Kate diyeyim diye.
Bu sene Oscar'lar için çok bereketli bir yıldı bence, neredeyse bütün filmler iddialıydı. Hatta Slumdog gibi bir muhteşem olmasaydı, son derece çekişmeli de geçebilirdi, ve The Reader da büyük ihtimalle ödüllerle dönebilirdi.Okuma-yazma bilmeyen cahil ama dirayetli bir kadının, okuma-yazması olmamasından utanması ve bunu yüzünden caniliği bile üstüne alması gibi özetlenebilir aslında film. Güçlü bir kadın olan Hanna, kitapları çok seviyor, ve birileri kendine okusun diye onları kullanmaktan çekinmiyor. Daha doğrusu, aslında onları kullandığının farkında olduğundan bile şüpheliyim, sadece daha çok şey okutmak istiyor, bunu zamanı, mekanı ve koşulları çok da önemli değil. İster ona aşık olan ve ilk cinsel deneyimlerini onunla yaşayan bir oğlan çocuğu olsun, ister bir nazi kampı.
Filmin ilk yarısı o oğlan çocuğunun kadına duyduğu biraz da hastalıklı bağlılığı izliyoruz, ancak ilk cinsel deneyim olduğu için aslında kadına mı bağlı yoksa cinsel deneyimlerine mi tam da emin olamıyoruz, ama Hanna'yı kaybetmeyi göze alamıyor, ve bunun için ne gerekiyorsa yapıyor. Olayın Hanna yönü ise, işleri karışıklaştırmaksızın kitap okuma karşılığı seks. Ancak bir kez bile okuma bilmediğini söyleyemeyecek kadar da kibirli. Asla belli etmiyor bunu, ve oğlan 10 yıl sonra gerçeğin farkına varıyor.
Sonra bu romantizm/yasak aşk olayı Michael'ın kadına fazlaca bağlanmasıyla son buluyor, pılısını pırtısını toplayıp bir anda yok oluyor Hanna. Bir süre bekleyen çocuk kendi hayatını kurmaya başlıyor. Hikaye burada kesiliyor, sonra 8 sene ileriye gidiyoruz, çocuk artık büyümüş, üniversitede hukuk okuyor, ve canlı canlı bir mahkeme salonuna gidilen bir dersle yine Hanna ile karşılaşmalarını görüyoruz. Aslında kendini göstermeksizin izliyor, bir yanıyla savaşa dışarıdan bakan her Alman gibi, diğer yanıyla kadını tanıdığı için etiğini sorgulayarak.
Filmin bundan sonrası savaş ve etik üzerine... Hanna çok büyük bir suçla yargılanan bir grup gardiyandan biri, çok açık bir kadın olduğu ve her şeyi düz mantıkla gördüğü için "hepimiz ne gerekiyorsa yaptık, yapmamalı mıydık?" diyor. Tabii bunu herkes oh iyi ki de yaptık gibi anlıyor ancak Hanna'yı tanıyan biz seyirciler bunu "yapmasaydım ne yapacaktım, ben yapmasam başkası yapacaktı, emir buydu" gibi anlıyoruz. Sonra "siz olsanız ne yapardınız?" diye soruyor hakime, "en başta o şirkete yazılarak mı hata ettim? Ben sadece bir gardiyandım, diğerlerinin gelebilmesi için yer açmam gerekiyordu, o yüzden ölüme gönderilecek olanları seçtim" diyor. Sonrası itiraflar ve iftiralar. Bir grup yahudiyi kiliseye koyup yakmakla ve sonra da raporunu yazmış olmakla suçlandığında bile okuma-yazma bilmediğini söylemiyor, ömür boyu hapis cezasını bu bilmezliğe yeğ tutuyor.
Film sonra yine yön değiştiriyor, esas oğlanımızın -büyüdüğü için artık esas adamımız diye anabiliriz- ahlak ikilemlerine geçiş yapıyoruz. Bildiğiyle sevdiği arasındaki uçurumla boğuşmasını izliyoruz, ve sonrasında yine kitap okumalar geliyor. Adamın o kitapları okuyor olması filme öyle güzel bir derinlik katıyor ki, bence çok çok güzel düşünülmüş.
Aslında film genel olarak çok güzel düşünülmüş, almışlar her türlü ahlaki kavramı, evirmişler çevirmişler, hepsine ters taraftan nasıl bakılabileceğini göstermişler. Her türlü etik bigilerinizi sorgulatmayı amaçlamışlar, ve bunu Alman bir kadının yanlışlarıyla gösermişler. Hiç bir saniye Hanna'ya hak vermezken bile bir yanınızla da seviyorsunuz bu karakteri. O güçlü görüntünün altında o bilgiye aç, karşı koymak için bile bilgisinin olmaması hali içinizi parçalıyor. Ne zaman ki bir şeyleri öğrenmeye başlıyor, o zaman karakterindeki ve duruşundaki değişim de çok güzel yansıtılmış.
Film "Almanların hepsi kötü değildir" gibi bir hava taşısa da etik kavram sorgulamasıyla çok hoşuma gitti benim. Bir de o kadar keskin dönüşleri var ki filmin, hayran olmamak elde değil... Aşk konusunu kestikten sonra bir daha geri dönmüyorlar mesela, suçlama konusunu da. Bir konuyu bitirmeye karar verdikleri anda bir daha geri dönmüyorlar ve bu keskinlik filmin temel yapılarından birini oluşturmuş. Zor konusuna rağmen su gibi izlenen bir film olmuş, ve Kate'i hala çok seviyorum, hem de o ağlak heyecanlı Oscar konuşmasına rağmen. Ancak belirtmeden geçemeyeceğim, film sadece Kate'in filmi değil, kesinlikle David Kross ve Ralph Fiennes muhteşem oynamışlar, hatta yer yer konunun gerektirdiği şekilde Kate Winslet David Kross'a eşlik eder gibi olmuş, böyle egosuz oyuncu görmek de ayrı bir zevk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder