22 Şubat 2009 Pazar

Umudun Acıyla Harmanı: Slumdog Millionaire

UYARI: İzlemeyen okumasın tadındadır, çok fazla olmamakla beraber filmin büyüsünü kaçıracak satırlar mevcuttur.

Uzun süredir izlediğim en güzel filmdi diyerek yazıya başlasak sanırım yazının nasıl bir yönde seyredeceğini ilk cümleyle özetlemiş oluruz. Ama bu kesinlikle bir şişirme değil, her şeyi çok güzel düşünülmüş, ilk saniyeden itibaren sizi içine alan öylesi güzel bir film.

İlk sahnede yarışmada cevapları doğru bilen eğitimsiz bir çocuğa işkence uygulanmasını, sonra bir grup Hintli çocuğun havaalanında eğlenmelerini görüyoruz, sonra bunun 10 milyon rupi kazanmış çocuğun geçmişi olduğu öğreniyoruz. Filmin ilk yarısı bu genç adamın çocukluk geçmişine dair, o soruları nereden bildiğine ve bu cevapları biliyor olmasına sevinemeyeceğimiz açlık, sefaletle ve acıyla dolu bir sürü kenar mahalle öyküsüyle bezeli. Ah be çocuk keşke bilmeseydin onun cevabını diyoruz, bir yandan da şüpheyle doluyor içimiz: Yoksa bu çocuk kızla bir oldu hepsini uyduruyor mu? Böylesi bir fotografik hafıza olabilir mi, annesi ölürken kaçışan çocukların karşısına bir anlığına çıkan Buda Heykelinin elindekini 10 küsur yıl sonra hatırlayabilir mi? Bunun cevabını filmin sonlarına doğru alıyoruz, ve büyüdükçe ne kadar kirlendiğimizi, her şeyin ardında başka şeyler aradığımızı kafamıza bir kez daha dank ettiriyor, her şeye rağmen bu hayatta art niyetsiz, amacı olan temiz insanların var olduğuna dair inancımızı pekiştiriyor ve umudumuzu korumamızı sağlıyor, şüpheciliğimizden duyduğumuz utanç da yanımıza kalıyor.
Filmin ikinci yarısı ilk yarıdaki enerjisinin bir kısmını bırakarak başlıyor, ama bunun sebebi de belli, artık o acılar ne bize ne de Jamal'a çocukluktaki gibi basit gelmiyor, her şeyin daha iyi anlaşıldığı, hayatın sadece bir oyundan ibaret olmadığı yaşlara doğru yelken açarken Kim 500 Milyar İster? adlı yarışma sorularının cevaplarını birer birer almaya devam ediyoruz. Normalde yarışma izlerken biri bildiği zaman ne kadar seviniyorsak, bu çocuk bildiği zaman en başlarda seviniyoruz, sonraları her bilişinde üzülüyoruz, sorular arttıkça bizim üzüntümüz de artıyor. Acılar daha da katmerleniyor, onun her soru bilişi içimizde derin yaralar açıyor. İşin tuhafı ise bunların melodrama kesinlikle kaçılmaksızın yalın hatta bazen de dalga geçercesine anlatımı. Son derece ağlak bir film olabilecekken hep bir umut havasının hakimiyeti güzel olan konuyu daha güzelleştiriyor.

Daha ilk dakikadan itibaren kötü karakter olarak karşımıza çıkan kişinin Salim, yani Jamal'ın kardeşi olması ancak bütün kötülüklerinin yanında kardeşini koruması, kardeşini korumak için kamptan kaçarken son saniyede Latika'yı arkasında bırakması bu karaktere dair bütün kötü/iyi duygularımızı yerle bir ediyor ve Salim karakterini hep bir kafa karışıklığı içerisinde izliyoruz. Jamal "seni asla affetmeyeceğim" dediği zaman haklısın be Jamal diyoruz, hemen arkasından Salim "biliyorum" diyince ah yazık buna da diyoruz. Film toptan gri aslında, öyle net çizgileri yok, neticede dümdüz bir mantıkla bakarsak Jamal de yankesici ve dolandırıcı, ama böyle biriyle karşılaştığımızda ne kadar kaçıyorsak Jamal'i o kadar sinemize basıyoruz. Salim yine düz mantıkla bakıldığında bir katil ve mafya üyesi, ancak ilk cinayetini işlerken kardeşinin arkasını topladığından onu da yargılamıyoruz izlerken.

Ve bir an oluyor son soruya geliniyor, filmin başından beri geçen soru bir anda karşısına çıkıyor, ağabeyinin telefonundan çıkan Latika'ya 30 saniye içinde soru sorması gerekirken ilk sorusu "Gerçekten sen misin?" oluyor, soruyu okuyor ve bağlıyor: "Neredesin?", kızın cevabı ise hepsinden güzel: "Güvendeyim..."

Buraya zaten para için gelmediğini biliyoruz, "izler diye umuyorum" diyor, ve o andan itibaren 20 milyon rupiyi almış ya da almamış fark etmiyor onun için, amacı hayatının aşkını bulmaktı, buluyor, bugüne kadar paralı mı yaşadı ki şimdi parasız kalması önemli olsun? Öyle bir "a şıkkı olsun" diyor ki dünya artık onun umurunda değil o omuz silkişinden anlıyoruz bunu, amacına ulaşmış, para ona o anki mutluluğu asla veremez...

O kadar derin şeyler yaşayan bir grubun hala aşka olan tam inancı bizi büyülüyor. Kız son anda "sadece öldükten sonra birlikte olabileceğimizi düşünüyordum artık" derken bile Jamal'a olan bağlılığını ve ümidini görüyoruz. Öldükten sonra bir şekilde kavuşma ümidi ona yetiyor. Jamal ise bir filmde göreceğimiz en inatçı karakterlerden biri, ömrü boyunca Latika'yı arıyor, bulduğu anların hepsi felaket getirse bile asla vazgeçmiyor, ve bu sahipleniş filmin güzelliklerinden sadece biri oluyor.

Konusunun ve çekiminin güzelliği dışında dil de çok önemli bir unsur filmde, çocukken sadece yerel dillerini kullanan Jamal, Salim ve Latika büyüdükçe İngilizce'nin egemenliğine giriyorlar, yarışmada bile bütün yazılar İngilizce iken aralarında zaman zaman yerel lisanı kullanıyorlar. Bunun filmin acılarına kattığı ise bambaşka bir güzellik. Zamanı "Bombay henüz Mumbai olmamışken" diye özetlediği an ise gerçekten muhteşem.

Zaman kurgusu o kadar harika işlenmiş ki filmde, hayran olmamak elde değil... Flashback olayını flashback yapmıyormuş gibi göstermek, amaaan geçmişe dönem filmi işte dedirtmemek, ha bire ya acaba bir sonraki sorusu ne ve nasıl bir acısı oldu ki bunu da bilebildi demek...

Filmin sonu bizi acıyla harmanlayıp öğretiyor: Çok gezen mi bilir çok okuyan mı? İkisi de bilemez, çok yaşayan bilir..

Bütün filmi acılarla bezeli birini oynayarak geçiren Dev Patel ise son dakikada bize bir dans yapıyor, bu kadar süredir nasıl da güzel rol yaptığını bir anda daha iyi anlamamıza sebep oluyor. Ümitle biten bu filmin son sahnesinde jenerik akarken eski Hint filmlerine bir saygı duruşu yapılıyor ve toplu dansta herkes eğleniyor, rolleri değil kendileri dans ediyor sanki, ve o çocuğun ne kadar yetenekli olduğunu, o acılara bizi nasıl inanadırdığını o saniyede daha net fark ediyoruz.

Danny Boyle'a ise sonsuz bir teşekkür kalıyor geriye, hem bu oyuncuları bulduğu için, hem de böylesi bir konuya böylesi de güzel bir film çektiği için. Ufak bir aparmayla bitirelim: Danny hep film çeksin...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder