30 Eylül 2011 Cuma

İçinden Müzik Geçen Filmler No.7: The Music Never Stopped

Bu filmin içinden müzik geçmiyor aslında, film müzikle bütünleşik olarak ilerliyor. Hatta bu serinin baş köşesine oturacak kadar önemli bir rolü var müziğin. Adını bir Grateful Dead şarkısından alıp üstüne bir de bir babanın oğluna müzikle yaklaşarak iyileştirmeye çalışmasının başka bir yeri olabilir miydi zaten?

Tam da yeni keşiflere yelken açmışken bulduğum diyemeyeceğim ama tam anlamıyla beni bulan bir Grateful Dead güzellemesi. Buldu diyorum çünkü alakasız bir anda duyduğum bir tınıyla kapıldım bu gruba, yine bi'şeyler izlerken elbette. Sonra başka bir filmde karşıma çıktı, şimdi de burada. Ne de iyi etti...
Filmin konusu şarkıları kadar güzel. Yaşın kemale erdiği bir çift bir telefon alıyorlar ve biricik oğullarını hastanede kimseyi tanımaz halde buluyorlar. Tümör tüm beynini sarmış ve acil alınması lazım, oğlan zaten buna karar verecek durumda değil. Ameliyat başarıyla sonlanıyor ancak oğlanın hafızası bir noktada durmuş durumda, kendini 20 yıl öncesinde sanıyor, yeni hiç bir bilgi hafızaya yazılmıyor. Sokakta yaşadığını görüntüsünden tahmin ettiğimiz oğlanın dünyaya ilk tepki verişi döneme ait olamayan bir şarkıyla oluyor: Fransa milli marşı... Sır perdesinin aralanması bir profesyonel yardımıyla oluyor. O profesyoneli bulmak ise babanın başarısı...

Acaba müzik bizim oğlanı iyi edebilir mi arayışına giriyor aile. Bunu da körlemesine yapmıyorlar aslında, oğlan çocukluğundan itibaren müzikle hep içiçe olmuş, hatta bir çok film karakterini kıskandıracak derecede de ailesinden destek görmüş bu konuda. Baba da tam bir müzik hastası, ve oğluyla aralarında geliştirdikleri "Bu şarkıyı ilk kez ne zaman duydum biliyor musun?" denen de bir oyunları var. Müziğe öyle gönülden bağlılar ki sevdikleri bir şarkıyı duydukları anda ilk duyduklarındaki anı hatırlayıp aynı heyecanla dinleyebiliyorlar. (Kişisel Not: Bu durum benim için filmler olurdu sanırım...)
Bu oyundan yola çıkarak oğlana çeşitli şarkılar dinletmeye başlıyorlar, oğlan tepki vermeye başladıkça dilleniyor, dillendikçe hikayeyi öğreniyoruz. Hikayelerin çoğunu babanın gözünden gördükten sonra oğlan kendi hafızasından eklemeler yapıyor, aslında nasıl boyut değiştirdiğine ama ikisinin de her yaptıklarını sevgi için yaptıklarına öyle güzel tanık oluyoruz ki...

Bir babanın kelimenin tam anlamıyla canından çok sevdiği oğlunu geri kazanmak için neler yapabileceğini yarı sulugöz yarı da bir sırıtma eşliğinde, bir nevi Mona Lisa gibi izliyoruz. Müziğinden dahi vazgeçebilen bu babaya saygı duymamak elde değil, ki zaten film oğlanla baba arasında taraf tutmayarak daha da güzelleşiyor. Oğlan da baba da yaptıkları her hata safça karşılarına geldiğinde o kadar başarılı tepkiler veriyorlar ki sanki rol yapmıyorlarmış, ve hatta hastane de bizim karşı komşunun salonuymuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz.
Oğlanın evi terk edişinin üstünden geçen 20 yılı hatırlamıyor oluşuna rağmen filmin bizi kurguya zorlamaması takdir edilesi... O dönemde ne gibi bir hayat sürdüğünü de bir noktadan sonra merak etmiyorsunuz zaten, sadece o noktaya gelene kadar olanlar mühim oluyor. Bir de oğlanın ne aradığını bilmediği anlar var ki o kısmı sadece izlemek lazım.

Müzikleri tam da o dönemi yansıtır cinsten... Beatles, Bob Dylan, Rolling Stones, aklınıza gelecek tüm dönem güzellemeleri. Grateful Dead'e ise saygı duruşu. İşin en güzel yanı ise kolayına kaçıp bize bildiğimiz şarkıları dinlettirmemeleri, özene bezene saklı raflardaki şarkıları bulup bize kimi zaman şarkının kimi zaman da oğlan ve babasının hikayeleriyle sunmaları.
Kısacası bir sevgi filmi bu... Anlattığı dönemi seven, konusu geçen baba ve oğulu seven, müziklere ise aşık bir film... Babanın oğlunu sevmesi, oğlanın da babasını aynı derecede sevmesiyle sımsıcak bir film... Dram diyenler çıkacaktır karşınıza, hiç inanmayın, sıcacık bir film olduğu garanti.

2 Eylül 2011 Cuma

Karşıt No:3, My Fair Lady vs. Black Swan

Benzerlikleri: Değişmek, parlamak isteyen genç kadınlar ve onları dilediği gibi yoğurmak isteyen erkek hocalar. Amaç bu kadınları topluluk içinde daha çekici kılmak. Adamlar öyle mükemmelliyetçi ki  kadınlar bu uğurda insanüstü çabalar veriyorlar. Öğretmenlerin öğrencilerine karşı ilgileri olduğu belli ama bu konuda davranışları belirsiz. Bu yüzden kadınları deli ediyorlar. Müziğe doygun filmler: biri müzikal, diğerinde bale sahneleri baskın. İkisi de eski eserleri içeriyor, birinde 1877'de prömiyeri yapılmış olan Kuğu Gölü'nden alıntılar var, diğeri ise 1912'de yazılmış bir Bernard Shaw oyunu, Pygmalion'dan çevrilmiş.

Farkları: Bir romantik komediden psikolojik gerilim filmine... İlki bir değişim filmiyken diğeri yokoluş filmi. Black Swan'de Nina birçok kişiyi zayıf karakteri ile hayal kırıklığına uğrattı. Böyle bir rekabetin olduğu bale topluluğunda bu kadar zayıf bir kadının başrol oynaması düşünülemez bile. Nina saf ve temiz olarak gösterilmek isteniyor ancak ayarı biraz kaçmış. Nina'yı beyaz kuğu ile özdeşleştirmek oldukça zor ve filmin seyri bir "trajedi"den "kaçınılmaz son"a kaymış. My Fair Lady yapı itibari ile bambaşka, Eliza en başında çiçekçiyken bile meydan okuyan, dişli bir kadın. Dönüşümü karakteri ile ilgili değil, tamamen bilgisi ve görgüsüyle alakalı. Sonunda öğretmenini onun seviyesinde altedip onu kendine aşık eden Eliza oluyor. Mücadele Eliza ve Higgins arasında geçiyor. Nina ve Thomas arasında mücadeleden çok istismar var, ve Thomas filmin sonunda da bir şerefsiz olarak kalıyor.

Filmleri arasında bir fark daha var. Taşıyacağı rol için hayret verici dönüşüm geçiren oyuncuları ödüllendiren akademi Natalie Portman'ı da ödüllendirdi. Audrey Hepburn ise 8 oscar kazanan filmde söylediği şarkılar dublaj edildiği için aday bile gösterilmedi.

Biraz da diyaloglar çarpışsın:

Eliza Doolittle: [şarkı söyleyerek] Sensiz yalnız hissetmeyeceğim, sensiz de ayaklarımın üstünde durabilirim. O yüzden kabuğuna geri dön, sensiz de gayet iyi yaşarım...
Profesör Henry Higgins : [şarkı söyleyerek] George, bunu gerçekten başardım, başardım, başardım! Bir kadın yaratacağımı söylemiştim ve hakikaten yaptım! Bunu yapabileceğimi biliyordum, biliyordum, biliyordum! Bir kadın yaratacağımı söylemiştim ve başardım, yaptım!
[konuşarak]
Profesör Henry Higgins Eliza, sen muhteşemsin. Beş dakika önce boynumdaki bir yüktün, ve şimdi bir güç kulesi, yoldaş bir savaş gemisisin. [aralık]
Eliza Doolittle : Hoşçakalın, Profesör Higgins. Beni bir daha görmeyeceksiniz.

Thomas Leroy: Muhteşem olabilirsin, ama bir korkaksın.
Nina: Özür dilerim.
Thomas Leroy: [bağırarak] Bunu söylemeyi bırak artık! İşte bu tam da söylemek istediğim şey. Bu kadar zavallı olmaktan vazgeç!