28 Eylül 2010 Salı

Gemi-Yol Filmleri No.4: Leap Year

Saçma bir romantik komedi gözüyle bakılabilir bu filme, hatta komedi diye bakmayıp bu ne gereksiz bir romantik film bile diyebilirsiniz. Oysa çok farklı bir bakış açısıyla izliyorum bu filmi, ve her seferinde -her gemiye gelişimde bir kez izliyorum, adamın aksanına ve İrlanda manzaralarına kurban- yine mantıklı geliyor. Romantik filmlerin çok Polyanna olmalarına uzun yıllardır uyuzum. En azından az biraz mantık arıyorum. İşte bu damarımı iyi besliyor bu film.

Esas kızımız Amerikalı bir kontrol manyağı. Sevgilisi var uzun yıllardır, sevgili doktor ve prototip bir uyuz. Hatta o kadar uyuz ki hani masalların kötü karakterleri gibi, biraz fazlaca karikatürize edilmiş. Kızımız eşya, kalite, marka falan ve filan gibi şeylere düşkün. İkisi de iyi para kazanıyorlar ve löküs bir eve taşınmaya çalışıyorlar. İlişkideki sorun kızın evlenmek istemesi, adamın ise bir türlü böyle bir teklifle gelmemesi. Adam kızı yemeğe davet edip yüzük kutusuna benzer bir kutuda küpe takdim edince kızda film kopuyor ve kendini ikna ederek İrlanda'da toplantısı olan adamın peşinden gidiyor. Gerekçesi de basit: İrnada'da bir geleneğe göre artık yılların 29 Şubat'ında kadınlar erkeklere evlenme teklif ediyorlarmış.

Türlü çeşit hadiseden sonra kadın Dublin yerine bambaşka bir yere iniş yapıyor. Kızımız Dublin'e gitmek için her yolu deneyip sonunda Dingle diye bir kasabaya varıyor. Filmin buraya kadarı çok gerekli değil gerçekten.

Kasabada ilk girdiği yer fıstıki bir adamın sahipliğindeki bar/otel oluyor. "Bana bir taksi lazım"ın cevabı da aynı adam oluyor. Kız otelde kalıyor, gereksiz türlü saçmalıktan sonra filmi esas izleme sebebimiz olan güzel kısmı, yani yolculuk başlıyor. Klasik önce atışıyorlar, sonra aşık oluyorlar ama bunun gelişimi çok akla yatkın olmuş. O çok abartılı kızın geçmişine dönmeleri ve bizim kıza sempati duymamız filmde kısa bir havuç sahnesiyle geçilmekte. Kızın o ana kadar itici gelen bütün tavırlarına ise ah canııııım şeklinde evrilmemiz ise filmin kalanı boyunca sürüyor.

Bundan sonrasını anlatmamak en iyisi sanırım, bildiğimiz romantik film işte. Sonunu da tahmin etmek için alim olmamıza gerek yok, ama esas yazacağım şey sanırım bu filme neden böyle bir duygusallıkla bağlandığım üzerine. Az biraz iç dökme yazısı olabilir yine, önceden uyarmadı denmesin.

Karakterler tahminen 30'larını aşmışlar, hayatlarında aşk bekleme safhasını geçeli çok olmuş. Bunu da kızın nasıl bir adamla evlenmeye karar verdiğinde görebiliyoruz ve hatta evlenmek istediği adamı filmin çeşitli sahnelerinde tanımlamasından: Kendisi doktor... Evet doktor... O bir doktor.. Çok iyi bir insandır, şahane yemek yapar, beni çok seviyor ya da en yüzeyselinden çok yakışıklı filan gibi hiç bir tanımlama olmaksızın sadece doktor olduğunu söyleyebiliyor. Filmin esas kızı ve oğlanı -canım benim- bir tür güven ve bağlılık yeter noktasındalar. Kızın markalara olan düşkünlüğünün de bu beklentisizlikten geldiğine inanıyorum. Adam zaten geçmişinde bir kez büyük aşık olup kazık yediği için güvenini yitirip inzivaya çekilmiş.

İşte bu iki gizliden yaralı karakter sonucunda ayrılacaklarını bile bile yolculuğa çıkıyorlar. Adamın çıkış sebebi para, kızın çıkış sebebi ise sevgilisinin nişanlıya dönüşmesini sağlamak. Yolda önce düşman, sonra arkadaş, sonra da aşık olduklarının her saniyesinde kızın başka bir adamla evleneceğinin ikisi de farkında, ve buna rağmen 2.günden sonrasında bir türlü ayrılamıyor oluşları son derece gerçekçi. Hayatı boyunca herşeyin kontrolünde olmasını seven kızın ilk kez birinin yanında kontrolünü yitirmesinin getirdiği rahatlık var belki de, ya da birbirlerinden bir şey saklamaya ihtiyaçlarının olmaması da olabilir... Neticede en fazla 2 gün sonrasında birbirlerini bir daha görmeyeceklerini ikisi de biliyor. Buna rağmen yolculuğa birlikte devam ediyor olmaları sanırım filmi çok cazip kalıyor. Yani öyle körlemesine mantıksızlığa kapılmaksızın, her adımlarının bilincinde ve sonuçlarına da katlanmaya hazır...Sevgi kısmını sadece 3 ya da 4 dakika süren bir otobüs durağı sahnesiyle verebiliyor olmaları... Uzatmadan, kısa ve sade...

Sonunu yazmakta bir sorun yok gibi, zira atla deve değil... Adamın evlenme teklifine gelen sade bir "Evet"... İşte bu filmde bunu seviyorum. Kızın esasında o kadar abartılı bir hayata sadece kenarından dahil olduğunu, bu hayattan da bir kez sapınca bir daha dönmek istemediğini, o kenarda kalmış kasabada koskoca şehir hayatından sonra mutlu olabileceğine inanması ve dahası buna bizim de inanmamız. Sade ve abartısız iki karakterin gerçekten de kalan ömürlerini mutlu ve birlikte geçirebileceklerini düşünebilmemiz. Ve dahası böylesine içten bir sevginin peşinden gidilebilecek olunması...

Bir de bu inandırmanın yanısıra şahane bir İrlanda yolculuk manzarası ve dahası eş şahanelikte aksanlı bir adamımızın olması.Valiz de sevimli bir detay olmuş tabii...
                                                          
Ya bir de söylemeden geçemeyeceğim, Amy Adams bütün film boyu o ayakkabılarla nasıl yürüyebildi yahu, gelsin bana bir ders versin, çok rica ediyorum. Ve bir de İrlanda dünyada mutlaka görülmesi lazım yerler listesinde ilk 5'e girmez mi yahu?

10 Eylül 2010 Cuma

İade-i İtibar: Kathryn Bigelow

Daha önce bu blogda The Hurt Locker için Bıçkın'ın yazdıklarına yüzde yüz katılıyorum. Bir kadın yönetmenden beklediğim milliyet, din, ırk gözetmeden insana aynı hassasiyetle yaklaşabilmesi. Susanne Bier, Agnes Varda, Mira Nair, Margarethe von Trotta, Catherine Breillat gibi kadın yönetmenlerin filmleri genelde insan ölçeğinde dramalar, hatta çoğunun muhalif bir politik duruşu var. Bigelow onlardan çok farklı, onun filmlerini bir erkek mi yoksa kadın mı çekti anlamak imkansız. Bir kadından otomatik olarak erkeklerin egemen olduğu sinema dünyasında kadınları ifade etmesi bekleniyor, ama bu yaklaşım da kadınları azınlıkta olmaktan çıkaramıyor. Bigelow'un milliyetçiliğinden, maçoluğundan hazzetmesem de erkek egemen Hollywood'da büyük bütçeli ana akım filmler çekiyor olması hoşuma gidiyor. Ancak bana Bigelow'u sevdiren bunlar değil, geçmişte çektiği B sınıfı aksiyon filmleri, bunların da şüphesiz en iyisi olan Strange Days.
Strange Days 2000 yılbaşı gecesi artık bir korku şehri olan Los Angeles'da geçiyor. Lenny eski bir polistir, hükümet için geliştirilen ama karaborsaya düşen bir teknoloji ürünü için yazılım satıcılığı yapmaktadır. Bu teknoloji insanların yaşadıklarını birebir kaydedip kullacının bu deneyimleri tüm hissiyatıyla yaşamasını sağlamaktadır. Ancak insanların ilgisi masum deneyimlerden çok porno ve suçla ilgili deneyimlere doğru kaymıştır. Polis devletinin yarattığı baskı, artan suç oranı, insanların yaşadığı korku, güvensizlik ve etraf gerçek suçla doluyken sanal deneyimlere olan açlık filmin karanlık atmosferini oluşturmaktadır.
Ralph Fiennes'in oynadığı yavşak, ağzı iyi laf yapan satıcı Lenny karakteri Los Angeles gibi dibe doğru çekilmektedir. Lenny şimdi bir müzik yapımcısıyla beraber olan eski sevgilisi Faith'e takıntılıdır. Ancak Lenny'nin koruyucu bir meleği vardır, o da filmin tek aklı başında ama bir o kadar da sert karakteri Mace'tir. Filmin bir alt seviyede devam eden hikayesini bu aşk üçgeni oluşturuyor. Lenny eski günlerine geri dönme peşindeyken bir anda kendisini Mace ile gerçekleri ortaya çıkarma - ve kendini kurtarma - savaşı içerisinde buluyor.
Strange Days politik dokunuşları olan, yaşanan korkuyu ve ortaya çıkan isyanı çok güzel anlatan ama çok da derinlere girmeyen bir film. Senaryo ve karakterler açısından ana akım sinemaya özgü birçok zaaf barındırıyor olmasına rağmen bir film olmaktan öte kendisini çok ciddiye almadığı, dolu dolu bir aksiyon izlettiği ve etkileyici bir atmosfer yarattığı için kesinlikle izlemeye değer.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Bir sana bir de bana - Taipei Exchanges

Tayvan'dan sessiz sakin, biçemsel bir film Taipei Exchanges. Doris'in ofisteki işinden ayrılıp, bir kahve dükkanı açmasıyla başlıyor. Doris'in amacı özgür olduğu, yeteneklerini gösterebileceği kendine ait bir dükkan kurmaktır. Biraz da annelerinin isteğiyle Doris'in daha az sorumluluk sahibi kız kardeşi Josie de ona yardım etmeye başlar. Kahve dükkanının açılışında arkadaşları hediye olarak tuhaf eşyalar getirirler. Bu eşyalarla nasıl başa çıkacaklarını düşünürken Josie bunları eşya veya iş karşılığı değiş tokuş yapabileceklerini keşfeder. Dükkan giderek insanların eşyaları, öyküleri, kanepeleri ve hatta hayalleri değiş tokuş ettiği bir mekan haline gelir.Bu filmde geçen her şey - ilişkiler olsun değerler olsun - değiş tokuş hakkında. Bir olay örgüsü, renkli karakterler ve faklı hayat arayışları var, ama hepsi dönüp dolaşıp paylaşma kavramında anlam buluyor. Bu kahve dükkanında sadece kahve ve pastalar parayla alınabiliyor, diğer eşyaların değeri başka eşyalar veya hikayelerle ölçülüyor. Dolayısıyla bunlar, elde etmek için sadece para gereken nesnelerden farklı olarak içsel bir anlam taşıyorlar.
Tüketim hırsıyla tek tip üretilen modern eşyalara anlam yüklemek zor olduğundan olsa gerek dükkana girip çıkan eşyaların çoğu nostaljik. Doris'in kahve dükkanı da alacalı bir şekilde dekore edilmiş benzerlerinden farklı olarak bir ruh taşıyor. Hayatımızda para fazlasıyla temel bir gerçek haline geldiği için başka türlü düşünmek zor geliyor ama film insana dair çok daha eski bir gerçeği anlatıyor. Eski bir kitap bizi marka bir eşyadan daha iyi ifade edebilir ve yeri geldiğinde bu kitap iki şarkıyla takas edilebilir.

7 Eylül 2010 Salı

Bıçkın vs Up In The Air

-Bu yazının tam olarak filmle ilgili olacağından emin değilim-

Hayatım boyunca hiç tek başıma sinemaya gitmedim. Bunun yalnız yapılabilen bir eylem olduğunu anlayamadığım gibi karşı da çıktım. Kendi yalnızlığına önem verenler yer yer tarif etmeye çalıştılar ama bu benim için kendimi aşan bir durumdu.

Ben bir tek çocuğum. Birçok çocuğun aksine kendi özel alanım olmamasından yakınmak bir yana, çok fazla özel alanın getirdiği şımarıklık içinde "İnsan neden özel alana ihtiyaç duysun ki? Çevrende sevdiğin insanlar olduğu sürece böyle bir ana ya da alana ihtiyacın neden olsun" düsturunu güttüm.

Ne zaman gerçekten kendimle yalnız kalmak durumunda kaldım, işte o yıllardır kelimelerin tarif edemediği şeyi anlar oldum. Bir gemi dolusu insanla yaşıyorum, hem kalabalığız hem de herkes çok yalnız. Hiç tek başıma bir odada çalışmayı istemedim, çevremde hep laf atabileceğim insanlar olmalıydı. Şimdi şimdi anlıyorum ki evet o insanlar olmalılar, akıl sağlığımı korumam için bu şart, ama bunun yanında yer yer yalnızlığın da tadı çıkabiliyormuş. Vardiyadan sonra odanda bir film izlemek tadına doyum olmaz birşeymiş. Tuvaleti tek başına kullanmak bir lüksmüş. Vardiya esnasında test odasına kaçıp kendi müziğini açarak çalışmak, kendi düşüncelerinle başbaşa kalmak esasında o derece kötü bir durum değilmiş. Ama -Gülse Birsel'den araklıyorum bu kısmı- bazı insanlar gerçekten de tek başlarına kalmamalılar, kafaları iyi yöne çalışmıyor.
Ömrüm boyunca çok seyahat edebileceğim bir işim olsun diye hayal kurdum. Bu hayalim gerçekleştiğindeki mutluluğumu anlatmaya gerek yoktur sanırım. Bundan hala mutluluk duyuyor olmam beni şu yazıyı yazarkenki depresyonuma itiyor işte. Hani adam kardeşleri için yok neredeyse ya, bundan korktuğumu saklamayacağım. Insanlar evlenecekler ve ben onların düğününe yetişemeyeceğim. Çocukları olacak ve ben ikinci ay ziyaretlerine katılabileceğim. Doğumgünleri kutlanacak ve ben gıyabında hediyesi verilen kişi olacağım. Kişiler toplanacak, paylaşacak, konuşacak, belki tatil planları yapacak, ya da herhangi bir plan yapacak ve ben dönen maillerden durumu anlamaya çalışıp noluyooo yaaaa demekle yetineceğim.

Daha bugün bunu konuştuk bir arkadaşla, "dün" dedi "en iyi arkadaşım evlendi ve benim sağdıç olmam gerekiyordu". Bunu söylerken öylesine üzgündü ki... Gerçi Hacersu ve Bıkkın'ın bensiz evlenmeyeceklerine dair sözleri bu korkumu bir nebze azaltsa da ya geminin tayfa değişim tarihleri değişirse ve ben onların düğünlerini kaçırırsam korkumu da aynı oranda besliyor.
Tıpkı bu filmdeki adam gibi, hayatımı askıya aldım ve bundan adamın filmin sonundaki ruh halinin tersine üzüntü duymuyorum. Gidiyor olmaktan dolayı sevinç içindeyim, ama ilk 3 gün hayatın bensiz devam ettiği gerçeği tokat olup suratıma iniyor sanki. Hele ki eve gelişlerimde. İlk 2-3 gün hani telefon hiç çalmıyor ya, işte en büyük üzüntülerden biri bu oluyor. Filmdeki adamın tersine benim evimde de bir hayatım, çok sevgili ailem ve dostlarım diyebildiğim insanlar var... Ama hayat ben yanlarında değilken de akıyor ve akmalı da tabii.. Gün olacak benim hiç yanlarında olmamam ilişkilerimizi etkileyecek. Daha da az çalacak telefonum ve maillerin ardı kesilecek. Merak edileceğim ama günlük mailler sen zaten yoksun diye sana atmıyoruz'a evrilecek ve sonunda da kesilecek. Ve bunun bilincinde olup kabulleniyor olmak beni seyahat edebileceğim bu işi arkadaşlarına değişen kötü bir insan mı yapıyor yoksa olgunluğa atılan başka bir adım mı bilemiyorum...

Kadın diyor ya aradığın insanın özellikleri azalıyor gitgide diye, bu sadece yaşla gelmiyor mesela. Orada bana en çok dokunan laf ben daha fazla kazansın demesiydi. İşte bu gemi tayfası için "gidişimi dert etmesin" şeklinde sirayet ediyor. Yıllardır bu işi yapanlar bile "ama sen artık bir düzgün hayata geçmek istersin, aile kurmak, yerleşik düzen istersin" dediklerinde "yok henüz istemiyorum, gezmek istiyorum, seyahat etmek, çok çalışmak, çalışırken seyahat etmek istiyorum" şeklindeki yaklaşımımı anlamıyorlar. Kadın dediğin bir yerde durulmalı, yerleşik olmalı. Her 5 haftada bir evini 5 haftalığına terk eden insanlar bunu söylerken başkalarına anlatmaya çalışmıyorum bile artık, "ya ya, zaman ne getirir bilinmez tabii" deyip geçiştirme yoluna girdim. İşte filmin beni en çok rahatsız eden kısımlarından biri buydu. O havada olmaktan mutluluk duyan adamın yerleşik düzene hoop diye uyum sağlayıp hayatı yine havada geçmeye döndüğündeki hayal kırıklığı. Yıllardır kendine yalan söylemiş olması. Bağlılığını kendi hayatına tercih etmekten yani, adam kadına bağlandığında yerleşik bir hayata da uyum sağlayabileceğine dair düşünceler içine girmesini kast ediyorum... Bağlılık neden yerleşik düzenden geçmek zorunda bunu bir türlü anlayamayacağım sanırım... Bu adamla taban tabana zıt düşünmekten gurur ve bir o kadar da üzüntü duydum.
PMS'ten nefret ediyorum!!

5 Eylül 2010 Pazar

Julia vs. Julie

Julie ve Julia bir çok insan için gösterime girdiği hafta yazılan birkaç eleştiriden ve Julia Child hakkında merak uyandırmaktan daha öte kıymet taşımayacak bir film. Film derin konulara değinecekmiş gibi yapıp kıyısından geçen bir romantik komedi - kişisel başarı öyküsü melezi. Tek farkı başrolü yemek yapma tutkusuna vermesi ve bu zevki çok başarılı bir şekilde yansıtması. Meryl Streep ve Stanley Tucci Julia ve eşi rolünde karşılıklı çok güzel bir oyun sergiliyorlar. Maalesef filmin Julia kısmının hem atmosfer hem de oyunculuk performansı konusunda yakaladığı başarı filmi ne yazık ki benzerlerinin üstüne çıkaramıyor. Film 2. Dünya Savaşı sonrası Fransa'da yemek yapmanın ustalıklarını öğrenmiş ve kendini Amerikalılara Fransız mutfağını öğretmeye adayan Julia Child ve 2000'li yıllarda New York'ta yaşayan, kendini aşmak için Julia Child'ın kitabındaki yemeklerin hepsini 1 yılda yapıp deneyimlerini blog'unda paylaşmaya karar veren Julie Powell'ın birbirine paralel olarak anlatılan hikayesi. Bu iki hikaye yemek yapma zevkinin ve azmin iki insanın hayatını farklı ölçeklerde nasıl değiştirdiğini göstermek üzere kurgulanmış. Julia hem yeteneği hem de elindeki imkanlarla bir ülkenin mutfağını değiştirecek kadar gelişirken, Julie hayatını rutinden çıkartıp medyanın sağladığı kısa süreli şöhretle kendini tatmin etmekle yetiniyor.
Julie filmin çıkış noktası olan "başarı" hikayesini kitaplaştırmış gerçek bir kişi. Anlatılan hikayeler gerçek ve filmin bu gerçekçiliği yansıtmak konusunda bir sıkıntısı yok. Filmin sıkıntısı iki hikayenin birbirine denk olmaması ama buna rağmen anlatım tarzı açısından ikisi arasında bir fark olmaması. Julia izlemekten hiçbir zaman bıkmayacağımız azimli, yetenekli ve renkli bir kişilik. Amacı Julie gibi kitap yazarak ünlü olmak değil, sadece hayattan en çok zevk aldığı işi daha ileri götürmeye çalışıyor. Filmin Julia kısmı fazlasıyla nostaljik, insanların büyük-küçük devrimler yapabileceği bir dönemi yansıtıyor. Biz Julie döneminde yaşıyoruz. Julie gibi onu takip etmekten hoşlanıyoruz, onun gibi bir gün büyük başarı yakalayabileceğimize inanmak istiyoruz. Julie'nin hayatında amaç olarak belirlediği şey zaten milyonlarca insanın yaptığı yemekleri tam zamanlı işi ve kısıtlı imkanları olduğu hale 1 sene içerisinde yapmak ve bir blog yazarak insanların ilgisini çekmek. Bütün bunların Julia'nın yaptıkları karşısında oldukça zayıf kaldığı yetmiyormuş gibi Julie başarıya ulaşamadıkça tatmin olmuyor ve bunun acısını etrafındakilerden çıkartıyor. İki hikaye benzerlikten çok farklılıkları yansıtıyor. Film sadece Julia Child'ın biyografisi olsa muhtemelen çok daha fazla sevilip izlenirdi ama belli ki iki hikayeyle farklı bir etki yaratılmak istenmiş. Ne yazık ki iki hikaye bir diğer Meryl Streep filmi, Fransız Teğmen'in Kadınındaki gibi diğerini destekleyip birbirine dönüşüm noktaları yakalamıyor. Yine de Julia'nın Julie'yi saygısız bulması ve Julie'nin Julia'ya ulaşabildiği tek yerin müzeye dönüştülen evi olması gibi dürüst ve güzel detayları var. Nitekim film başka bir şey anlatmaya çalışırken Julie'nin -ya da günümüz insanının - başarı algısının hazin durumunu çok iyi aktarıyor.