-Bu yazının tam olarak filmle ilgili olacağından emin değilim-
Hayatım boyunca hiç tek başıma sinemaya gitmedim. Bunun yalnız yapılabilen bir eylem olduğunu anlayamadığım gibi karşı da çıktım. Kendi yalnızlığına önem verenler yer yer tarif etmeye çalıştılar ama bu benim için kendimi aşan bir durumdu.
Ben bir tek çocuğum. Birçok çocuğun aksine kendi özel alanım olmamasından yakınmak bir yana, çok fazla özel alanın getirdiği şımarıklık içinde "İnsan neden özel alana ihtiyaç duysun ki? Çevrende sevdiğin insanlar olduğu sürece böyle bir ana ya da alana ihtiyacın neden olsun" düsturunu güttüm.
Ne zaman gerçekten kendimle yalnız kalmak durumunda kaldım, işte o yıllardır kelimelerin tarif edemediği şeyi anlar oldum. Bir gemi dolusu insanla yaşıyorum, hem kalabalığız hem de herkes çok yalnız. Hiç tek başıma bir odada çalışmayı istemedim, çevremde hep laf atabileceğim insanlar olmalıydı. Şimdi şimdi anlıyorum ki evet o insanlar olmalılar, akıl sağlığımı korumam için bu şart, ama bunun yanında yer yer yalnızlığın da tadı çıkabiliyormuş. Vardiyadan sonra odanda bir film izlemek tadına doyum olmaz birşeymiş. Tuvaleti tek başına kullanmak bir lüksmüş. Vardiya esnasında test odasına kaçıp kendi müziğini açarak çalışmak, kendi düşüncelerinle başbaşa kalmak esasında o derece kötü bir durum değilmiş. Ama -Gülse Birsel'den araklıyorum bu kısmı- bazı insanlar gerçekten de tek başlarına kalmamalılar, kafaları iyi yöne çalışmıyor.
Ömrüm boyunca çok seyahat edebileceğim bir işim olsun diye hayal kurdum. Bu hayalim gerçekleştiğindeki mutluluğumu anlatmaya gerek yoktur sanırım. Bundan hala mutluluk duyuyor olmam beni şu yazıyı yazarkenki depresyonuma itiyor işte. Hani adam kardeşleri için yok neredeyse ya, bundan korktuğumu saklamayacağım. Insanlar evlenecekler ve ben onların düğününe yetişemeyeceğim. Çocukları olacak ve ben ikinci ay ziyaretlerine katılabileceğim. Doğumgünleri kutlanacak ve ben gıyabında hediyesi verilen kişi olacağım. Kişiler toplanacak, paylaşacak, konuşacak, belki tatil planları yapacak, ya da herhangi bir plan yapacak ve ben dönen maillerden durumu anlamaya çalışıp noluyooo yaaaa demekle yetineceğim.
Daha bugün bunu konuştuk bir arkadaşla, "dün" dedi "en iyi arkadaşım evlendi ve benim sağdıç olmam gerekiyordu". Bunu söylerken öylesine üzgündü ki... Gerçi Hacersu ve Bıkkın'ın bensiz evlenmeyeceklerine dair sözleri bu korkumu bir nebze azaltsa da ya geminin tayfa değişim tarihleri değişirse ve ben onların düğünlerini kaçırırsam korkumu da aynı oranda besliyor.
Tıpkı bu filmdeki adam gibi, hayatımı askıya aldım ve bundan adamın filmin sonundaki ruh halinin tersine üzüntü duymuyorum. Gidiyor olmaktan dolayı sevinç içindeyim, ama ilk 3 gün hayatın bensiz devam ettiği gerçeği tokat olup suratıma iniyor sanki. Hele ki eve gelişlerimde. İlk 2-3 gün hani telefon hiç çalmıyor ya, işte en büyük üzüntülerden biri bu oluyor. Filmdeki adamın tersine benim evimde de bir hayatım, çok sevgili ailem ve dostlarım diyebildiğim insanlar var... Ama hayat ben yanlarında değilken de akıyor ve akmalı da tabii.. Gün olacak benim hiç yanlarında olmamam ilişkilerimizi etkileyecek. Daha da az çalacak telefonum ve maillerin ardı kesilecek. Merak edileceğim ama günlük mailler sen zaten yoksun diye sana atmıyoruz'a evrilecek ve sonunda da kesilecek. Ve bunun bilincinde olup kabulleniyor olmak beni seyahat edebileceğim bu işi arkadaşlarına değişen kötü bir insan mı yapıyor yoksa olgunluğa atılan başka bir adım mı bilemiyorum...
Kadın diyor ya aradığın insanın özellikleri azalıyor gitgide diye, bu sadece yaşla gelmiyor mesela. Orada bana en çok dokunan laf ben daha fazla kazansın demesiydi. İşte bu gemi tayfası için "gidişimi dert etmesin" şeklinde sirayet ediyor. Yıllardır bu işi yapanlar bile "ama sen artık bir düzgün hayata geçmek istersin, aile kurmak, yerleşik düzen istersin" dediklerinde "yok henüz istemiyorum, gezmek istiyorum, seyahat etmek, çok çalışmak, çalışırken seyahat etmek istiyorum" şeklindeki yaklaşımımı anlamıyorlar. Kadın dediğin bir yerde durulmalı, yerleşik olmalı. Her 5 haftada bir evini 5 haftalığına terk eden insanlar bunu söylerken başkalarına anlatmaya çalışmıyorum bile artık, "ya ya, zaman ne getirir bilinmez tabii" deyip geçiştirme yoluna girdim. İşte filmin beni en çok rahatsız eden kısımlarından biri buydu. O havada olmaktan mutluluk duyan adamın yerleşik düzene hoop diye uyum sağlayıp hayatı yine havada geçmeye döndüğündeki hayal kırıklığı. Yıllardır kendine yalan söylemiş olması. Bağlılığını kendi hayatına tercih etmekten yani, adam kadına bağlandığında yerleşik bir hayata da uyum sağlayabileceğine dair düşünceler içine girmesini kast ediyorum... Bağlılık neden yerleşik düzenden geçmek zorunda bunu bir türlü anlayamayacağım sanırım... Bu adamla taban tabana zıt düşünmekten gurur ve bir o kadar da üzüntü duydum.
PMS'ten nefret ediyorum!!
Hayatım boyunca hiç tek başıma sinemaya gitmedim. Bunun yalnız yapılabilen bir eylem olduğunu anlayamadığım gibi karşı da çıktım. Kendi yalnızlığına önem verenler yer yer tarif etmeye çalıştılar ama bu benim için kendimi aşan bir durumdu.
Ben bir tek çocuğum. Birçok çocuğun aksine kendi özel alanım olmamasından yakınmak bir yana, çok fazla özel alanın getirdiği şımarıklık içinde "İnsan neden özel alana ihtiyaç duysun ki? Çevrende sevdiğin insanlar olduğu sürece böyle bir ana ya da alana ihtiyacın neden olsun" düsturunu güttüm.
Ne zaman gerçekten kendimle yalnız kalmak durumunda kaldım, işte o yıllardır kelimelerin tarif edemediği şeyi anlar oldum. Bir gemi dolusu insanla yaşıyorum, hem kalabalığız hem de herkes çok yalnız. Hiç tek başıma bir odada çalışmayı istemedim, çevremde hep laf atabileceğim insanlar olmalıydı. Şimdi şimdi anlıyorum ki evet o insanlar olmalılar, akıl sağlığımı korumam için bu şart, ama bunun yanında yer yer yalnızlığın da tadı çıkabiliyormuş. Vardiyadan sonra odanda bir film izlemek tadına doyum olmaz birşeymiş. Tuvaleti tek başına kullanmak bir lüksmüş. Vardiya esnasında test odasına kaçıp kendi müziğini açarak çalışmak, kendi düşüncelerinle başbaşa kalmak esasında o derece kötü bir durum değilmiş. Ama -Gülse Birsel'den araklıyorum bu kısmı- bazı insanlar gerçekten de tek başlarına kalmamalılar, kafaları iyi yöne çalışmıyor.
Ömrüm boyunca çok seyahat edebileceğim bir işim olsun diye hayal kurdum. Bu hayalim gerçekleştiğindeki mutluluğumu anlatmaya gerek yoktur sanırım. Bundan hala mutluluk duyuyor olmam beni şu yazıyı yazarkenki depresyonuma itiyor işte. Hani adam kardeşleri için yok neredeyse ya, bundan korktuğumu saklamayacağım. Insanlar evlenecekler ve ben onların düğününe yetişemeyeceğim. Çocukları olacak ve ben ikinci ay ziyaretlerine katılabileceğim. Doğumgünleri kutlanacak ve ben gıyabında hediyesi verilen kişi olacağım. Kişiler toplanacak, paylaşacak, konuşacak, belki tatil planları yapacak, ya da herhangi bir plan yapacak ve ben dönen maillerden durumu anlamaya çalışıp noluyooo yaaaa demekle yetineceğim.
Daha bugün bunu konuştuk bir arkadaşla, "dün" dedi "en iyi arkadaşım evlendi ve benim sağdıç olmam gerekiyordu". Bunu söylerken öylesine üzgündü ki... Gerçi Hacersu ve Bıkkın'ın bensiz evlenmeyeceklerine dair sözleri bu korkumu bir nebze azaltsa da ya geminin tayfa değişim tarihleri değişirse ve ben onların düğünlerini kaçırırsam korkumu da aynı oranda besliyor.
Tıpkı bu filmdeki adam gibi, hayatımı askıya aldım ve bundan adamın filmin sonundaki ruh halinin tersine üzüntü duymuyorum. Gidiyor olmaktan dolayı sevinç içindeyim, ama ilk 3 gün hayatın bensiz devam ettiği gerçeği tokat olup suratıma iniyor sanki. Hele ki eve gelişlerimde. İlk 2-3 gün hani telefon hiç çalmıyor ya, işte en büyük üzüntülerden biri bu oluyor. Filmdeki adamın tersine benim evimde de bir hayatım, çok sevgili ailem ve dostlarım diyebildiğim insanlar var... Ama hayat ben yanlarında değilken de akıyor ve akmalı da tabii.. Gün olacak benim hiç yanlarında olmamam ilişkilerimizi etkileyecek. Daha da az çalacak telefonum ve maillerin ardı kesilecek. Merak edileceğim ama günlük mailler sen zaten yoksun diye sana atmıyoruz'a evrilecek ve sonunda da kesilecek. Ve bunun bilincinde olup kabulleniyor olmak beni seyahat edebileceğim bu işi arkadaşlarına değişen kötü bir insan mı yapıyor yoksa olgunluğa atılan başka bir adım mı bilemiyorum...
Kadın diyor ya aradığın insanın özellikleri azalıyor gitgide diye, bu sadece yaşla gelmiyor mesela. Orada bana en çok dokunan laf ben daha fazla kazansın demesiydi. İşte bu gemi tayfası için "gidişimi dert etmesin" şeklinde sirayet ediyor. Yıllardır bu işi yapanlar bile "ama sen artık bir düzgün hayata geçmek istersin, aile kurmak, yerleşik düzen istersin" dediklerinde "yok henüz istemiyorum, gezmek istiyorum, seyahat etmek, çok çalışmak, çalışırken seyahat etmek istiyorum" şeklindeki yaklaşımımı anlamıyorlar. Kadın dediğin bir yerde durulmalı, yerleşik olmalı. Her 5 haftada bir evini 5 haftalığına terk eden insanlar bunu söylerken başkalarına anlatmaya çalışmıyorum bile artık, "ya ya, zaman ne getirir bilinmez tabii" deyip geçiştirme yoluna girdim. İşte filmin beni en çok rahatsız eden kısımlarından biri buydu. O havada olmaktan mutluluk duyan adamın yerleşik düzene hoop diye uyum sağlayıp hayatı yine havada geçmeye döndüğündeki hayal kırıklığı. Yıllardır kendine yalan söylemiş olması. Bağlılığını kendi hayatına tercih etmekten yani, adam kadına bağlandığında yerleşik bir hayata da uyum sağlayabileceğine dair düşünceler içine girmesini kast ediyorum... Bağlılık neden yerleşik düzenden geçmek zorunda bunu bir türlü anlayamayacağım sanırım... Bu adamla taban tabana zıt düşünmekten gurur ve bir o kadar da üzüntü duydum.
PMS'ten nefret ediyorum!!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder