22 Mart 2011 Salı

Ölümden Öte Köy Bir Varmış Bir Yokmuş: Hereafter

Clint Eastwood'u yönetmen olarak görmeyi sevenlerdenim. Hatta epeyce sevenlerden. Hereafter'ın tanıtımlarını gördüğümde hiçbir şey anlamıyor oluşum bu yüzden belki de çok normal gelmişti/geliyor.

Film 3 ayrı öykünün kesişmesigillerden. Ama bu türün pek çok diğer örneğinden farklı olarak hiç acelesinin olmaması filmin en büyük artısı. Öylesine sakin ve her konuya gereken uzunluğu veriyor. Ne çok uzun öykülerle bayma sınırına yaklaştırıyor, ne de kısacık geçip sizi meraklardan meraka sürüklüyor... Başka bir deyişle merakınızın içinde kaybolmanıza sebep olup yormuyor. Öykülerin birbirine benzer ve farklıkları da çok değişik. Bir öykü son derece edilgen ve akışına bırakılmışken bir diğeri tırnaklarıyla kazıyarak bir yerlere gelmesiyle tezat oluşturuyor ve bu da filmin kesişmesini daha çok merak etmemize sebep oluyor.
Küçüklüğünde bir ölümden dönme hadisesi yaşayan esas adamımız -can ciğer kuzu sarmamız Matt Damon- insanlara dokundukça onlarla iletişim kurmak isteyen ölülerini görüp duyabilen ve dahası hissedebilen bir adam. Bunun ekmeğini de yemiş zamanında ama artık "ölümün çok olduğu yerde benim hayatım yok vre" diyerek resti çekmiş, medyumluğunu arkasında bırakıp o ve bu işlerde çalışmaya başlamış. El emeği diyebileceğimiz dokunma halinin en uzağına gitmiş, arada da bu dürtüsünden uzaklaşmak için diye tahmin ettiğimiz bir şekilde oyalanma yöntemlerinin peşinde yemek yapmayı öğreniyor. Ölülerle konuşmak onu öylesine yormuş ki kardeşinin tüm baskılarını bile görmezden geliyor ve biz bunun sebebini Clint Eastwood bize açıkça gösterene dek pek de anlamıyoruz. İşlerin karıştığı nokta biz seyircinin aaaaaa dediği noktaya denk düşüyor.
Filmin bu kısmı belki de filmin en edilgen öyküsü. Adamın nadiren iletişime geçtiği anlarda ne kişileri ne de konuşacaklarını seçemiyor oluşu onu sadece aradaki insan konumuna getiriyor. Ama esas öykünün sahibi/sahibesi de ondan farklı değil. Karşısındakine gördüğü/duyduğu kişiyi tanımlarken bu kişiler "vay onu değil şunu gör/duy" diyemiyor. Ölüler haricindeki herkes ne gelirse bahtıma ruh halinde akışında sürükleniyor.

Zaten ne zaman ki karakter akışı değiştirmeye çalışıyor, ruh haliyle birlikte tüm renkler değişiyor ve film başkaca bir boyuta geçiyor.
İkinci karakterimiz Fransız bir TV insanı. Filmin bu kısımları tamamen altyazılı, ve bu noktada kolayına kaçıp aksanlı bir İngilizce seçmediği için Clint Eastwood'a bir kez daha saygı duyuyor ve tüm filmlerini izleyeceğimize dair söz veriyoruz... Kadın Tsunami olayında ölümden geri dönüyor ama onun deneyimi adamınkinden tamamen ayrı. Daha farklı bir iletişimde ölülerle, bunu aşamıyor daha doğrusu aşmayı da istemiyor gibi bir hali var. Bu esnada ilişkisinin ve gördüğümüz kadarıyla işinin hafiften çatırdaması onun bu mikro-translarından daha büyük önem teşkil etmiyor ve bu yolu kendisi seçiyor. Üzerine bir kitap yazıp deneyimlerini paylaşmaya son derece kararlı bir şekilde ilerliyor, sanki bunun hayatında çok büyük şeyleri değiştireceğinin bilincinde gibi bir hali var. En bulutların üstünde görünen ama en ayakları yere basan karakter esasında tüm Eastwood filmlerindeki gibi yine kadın.
Bir de üçüncü bir öykü var ki kendisi filmin kesişim kümesini mi temsil ediyor yoksa ayrılığını mı hala tam olarak karar verebilmiş değilim. Aralarında inanılmaz bir sevgi bağı olan ikizinin ölümünü canlı bağlantıyla dinleyen çocuk, kardeşinin çevresinde olduğundan emin bir şekilde iletişim yolları arıyor. Bunun için de ne gerekirse yapıyor ve "piyasa"nın ne pis bir ortam olduğunu biz bu çocuk sayesinde ve bu çocukla öğreniyoruz. Şapka detayının filmin baş köşesine oturduğu öyküsü açıkçası Matt Damon'un öyküsünden çok daha ilginç olduğu için çocuk kısmını daha kısa geçmekte fayda var...
Filmde kesişmeler yaklaştıkça bireysel hikaye süreleri kısalıyor, bu harika bir detay olarak gözümüze de sokulmadan yapılıyor. Kesişmenin ha oldu ha olacağı noktada saniyelerle geçiyor öyküler... Ne zaman ki kesişmeyi görüyoruz yine bireysel öykü sürelerinde bir artışla resmen rötuş atılıyor ve kurgusu çok güzel bir şekilde ve biraz da hayalperest bir bakış açısıyla sonlanıyor. Sonlanma için çekilen fon mekanı bir nevi bizim İstiklal/Çiçek Pasajı. Tam o ışıkta ve romantizmde. Çocukluğundan beri Londra'nın çok romantik bir şehir olduğunu düşünenlerden olmam son sahneleri kayırmama sebep oluyordur belki ama şehrin dokusunun bu filmin sonundaki atmosfere pek bir uyduğuna inandım/inanıyorum. Clint Eastwood'u yönetmen olarak belki de bu yüzden seviyorumdur.

2 yorum:

  1. Filmi görsel olarak beğendim ama hikaye biraz yüzeysel geldi bana, yani bir şekilde üç kişinin yolu kesişiyor ama...Yine de izlenebilir bir filmdi. Sizin anlatımınız da çok güzel olmuş.

    YanıtlaSil
  2. Tesekkur ederiz =))

    Evet belki biraz yuzeysel ama filmin derin olmak gibi bir derdinin olmamasini epey sevdim aslinda, yani gorece durust de bir film... Ya da Clin Eastwood'u komple kayiriyorumdur =))))

    YanıtlaSil