Ya çok sevilen, ya da nefret edilen filmlere biri daha eklendi: La La Land. Lise arkadaşımın kibar deyişiyle Kı Kı Kıçım! Bir başka lise arkadaşım Bıçkın da filmin karşısında duranlardan. Oysa ben, Bıkkın filmi izlediğim gece heyecanla doldum ve beğenimi mutlaka paylaşırız diye sabahleyin sabırsızlıkla Bıçkın'a mesaj yolladım. Karşılaştıralım o zaman neden kaynaklanıyor bu farklılık?
Hikaye malumunuz, Los Angeles'da oyuncu olmak isteyen Mia ve kendi caz klubünü kurmak isteyen Sebastian arasındaki aşk hikayesi. Altın çağı geçmişte kalan müzikallere referanslarını esirgemeyen, nostaljiyi buram buram hikayesine işlemiş müzikle dolu bir film. Kız güzel, adam yakışıklı, müzik akıcı. Eh naif aşk hikayelerini de sevmiyor değiliz. "Dün gece birkaç film seyrettim, canım çıktı ağlamaktan" sadece bir şarkı sözü değil. Ancak itiraf etmem gerekirse ilk bir saatte filmi kapatıp tatlı uykuya geçmeyi defalarca düşündüm. Daha önce izlediğim sayısız aşk filmini ve sabah yetişip içine sığmam gereken 8 vagonluyu gözümün önüne getirdim. İlk, sinemada birbirlerinin elini tutunca içim cız etti ve ondan sonra yavaş yavaş hipnozun içine girdim. Ama beni büyüleyen, belki birçok insanı da rahatsız edecek olan son sahne oldu.
Hikayesi naif, eskimiş, çoğu kez inandırıcılıktan uzak bir film insanı nasıl avucunun içine alır? Bunu uzun süre düşündüm: anlatım tarzının güncelliği ve kendine özgülüğü sayesinde.
Şu an yaşadığımız zamanda yeni hikayeler yok, her şey yeniden üretiliyor. Kalabalıkların arasında kaybolduğumuz, hayal kırıklıkları ile dolu hayatlarımız var. Gerçek dünyayı hasır altı eden, yüzeysel güzelliklerin olduğu sosyal, teknolojik ortamlar var. Gözü biraz açılmış herkes, kendisini kastların yukarısına çıkaracak bir yükselişe ihtiyaç duyuyor: para, güç, şöhret gibi.
Sebastian ve Mia filmin başında yetenekleri, tereddütleri, başarısızlıkları ile herkes gibi iken birbirlerine verdikleri destek ve tabii ki şansın yardımıyla LA şöhretlerine dönüşüyorlar. Bu film idealist bir aşk filmi değil. Her şeyden önce karakterleri ve hayattan beklentileri uyumsuz. Onları yakınlaştıran şey oldukça fonksiyonel: yeteneklerini şöhret etme arzusu. Yanılmıyorsam Banksy'nin şuna benzer bir sözü var: "Dünyada kaybolan yetenekten bol bir şey yok!". Birbirine inanmak aşkı çağıran önemli duygulardan biri.
Bu hiper gerçekçi ortamda rüyalara ve hikayelere ihtiyacımız var. Onları da geçmişten ödünç alıyoruz. Aklımızı alan müzikaller geleceğe dair büyük ideallerin olduğu zamanlarda kurgulandı. Biz artık o hikayelere inanmıyoruz ama nostaljik o kılıkların içine giriyoruz, sonra da hayatımıza geri dönüyoruz. Mia ve Sebastian, Ginger ve Fred gibi dansediyor ama aynı inandırıcılığa ulaşmaları imkansız. Filmin müzikal yapaylığı büyüleyici bir gerçeklik hissi veriyor.
Filmin sonu bu gerçekçiliği katmerliyor. -spoiler- Masallardaki gibi mutlu sona erişiyorlar ama ayrılmış olarak. -spoiler- Filmi izleyince benimle aynı hipnotik etkiyi yaşamamanız olası, etrafımda filmi seven çok kimseye rastlamadım. Benim naçizane fikrim, farklı anlatım denemeleri kadim tarzları taklit etmekten daha değerli. La la land'i bir de bu perspektiften izlemenizi tavsiye ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder