19 Temmuz 2009 Pazar

İPF No.2: The Boxer

Neden hapse girdiğini bir türlü kavrayamadığımız ama masum olduğunu bildiğimiz bir adamın öyküsü. Özetinin özeti bu olan filmi ilginç kılan iki faktör var: Biri elbette ki eşsiz Daniel Day-Lewis, diğeri ise iğneyi değil çuvaldızı kendine batıran tavrı. Daniel'ı övme kısmını en sona bırakıyorum, sanırım önce filmi anlatsam daha iyi olacak.
Boksör Danny Flynn 14 yıl gereksiz yere hapis yattıktan sonra salıverilir. Ancak baştan belirtelim Danny İrlanda'da bir hapishanede yatmıştır, yani aslında konu direkt olarak İngilizlerle alakalı değil. Hatta IRA'yı eleştiren bir film. Kendi içlerindeki tartışma ve kararlardan ötürü 14 yıl yattıktan sonra çıktığında bazı şeyleri çok değişmiş bazı şeyleri ise hiç değişmemiş buluyor. Adaptasyonu ise oldukça hızlı gerçekleştiriyor.

Danny ve koçu yıllar önce açılan, sonrasında kapanan, mezhep farklarını ortadan kaldırmak için didinen okulu tekrar açıyorlar. Gençlerin ve çocukların dışarılarda savaşın ortasına dalmamaları için onlara boks eğitimi vermeye başlıyorlar. Tabii Danny bu arada eski aşkını da geri kazanma peşinde.

Eski aşkı evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, ancak gönlü Danny'de. Her İrlanda kadını gibi onun da kocası hapiste.

Film hem politik hem de ahlaki değerleri ve ikiyüzlülüğü çok fena yargılıyor. Mahkum eşleri sadık olmak zorundadır toplum baskısına karşı çıkan Maggie, bu toplum baskısını yaratan lider babasından destek görüyor. Lider baba ise ikilemde. Savaşmaktan ve kayıp vermekten yorgun düştüğü için artık barışın peşinde ancak IRA da kendi içinde bölünmüş durumda. Hem toplum baskısını yaratmayı sürdürmek isteyen hem de barışa kesinlikle karşı çıkan çok önemli yerde adamlar var ve sözleri geçiyor. Buldukları her boşluğu kullanmaktan çekinmedikleri için elbette en zayıf halka olan Maggie'nin oğlunu kullanıyorlar.

Filmde en çok huzursuz eden nokta savaşı destekleyenlerin sebepleri: "Bizim çocuğumuz ne için öldü, madem öyleydi günahı neydi de öldü?"

Bu söyleme alışkın olmamıza rağmen bu filmdeki rahatsız ediciliği bunu kullanıyor oluşları, aslında savaştan rant elde edenler çocuklarını kullanmaktan öylesine çekinmiyorlar ki ne olduğunuzu anlayamıyorsunuz.

Filmin en tatlı yanlarından biri hemen her noktada sizi ters köşeye yatırması. Cesur olmasını beklemediğiniz kadın son derece cesur, acılı anne aslında savaşın bitmemesi için kocasını fişekleyen güçlü bir kadın - ve bunun için her türlü yolu kullanmaktan da çekinmiyor-, zayıf görünen çocuk aklı başına gelince aslan parçası kesiliyor, toplum baskısını yaratan savaşçı adam barış için en çok çabalayan kişi, ve bunların arasında değişmeyen sadece iki kişi var: Boksör ve Koçu.

Filmde havada kalan şeyler aslında kesilen sahneler izlenince daha bir rayını oturuyor. Mesela Boksör'ün savaş yanlısı aileye karşı bile nasıl soğuk kanlı kaldığını ve o savaş yanlısı ailenin o neden bulaş(a)madığını görüyorsunuz. Onca yıllık kendi suçunu başkasına yatırtan bu aile yine de alttan alta çemkirmekten de geri durmuyor. Maggie'nin kocasını film boyunca hiç görmüyoruz ancak kesilen sahnelerde "aslında beni hiç sevmediğini biliyorum, benden izin sana, git gönlünce yaşa" demesini görüyoruz ve Maggie'nin bir anda nasıl o kadar rahatladığını anlıyoruz.

Daniel Day-Lewis ise filme o kadar başka bir tat katıyor ki, böylesi bir adamı izlemenin ayrıcalık olduğunu açıktan hissettiriyor. Hareketleri, hali, tavrıyla tam bir boksör. Bir o kadar aşık. Bir o kadar da dik başlı. Her şeye rağmen barış için çabalamaktan çekinmiyor ve bunun onun aşkına veya hayatına kast edeceğine bilse bile geri durmuyor. Çabalamaktan neredeyse hiç vazgeçmiyor, ve yıllarca uğruna hapis yattığı adamı hiç satmadığını dile getirmeye bile gerek görmüyor. Kesilen sahnelerden birinde "Neden hiç ötmedin, suç senin değildi?" diye sorulduğunda "gözlerindeki korkuyu gördüm, o bir korkak. Yüzüne vursam ne olacak, korkak olmaktan çıkacak mı?" diyecek kadar da olgun. Ve Daniel Day-Lewis bunu söylerken bize kendisi söylüyormuş hissi verecek kadar "Boksör". Bu adam gerçekten çok bambaşka ve gerçekten çok keyifli.

Jim Sheridan ise bu filmde her zamanki IRA eleştirisini sürdürüyor, ve içeriden bir bakış açısıyla -ama İngiliz taraftarığına kaçmadan, ve hatta neredeyse İngilizleri en az düzeyde karıştırarak- bir İrlanda öyküsü sunuyor. Bize de her an mutsuz olmasını beklediğimiz sonu beklemek kalıyor. İşin tuhafı öyle bir bitiyor ki, hani sırf o son için bile beklenebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder