Tuhaf bir şekilde hem sevdim bu filmi hem de sevmedim. Bir kere çok klişe diyalogları ve basit bir konusu, hatta ağızlara uymayan konuşmaları var, kişiler durup durup tiyaro gibi oynuyor, ne dedikleri çoğunlukla bitmeyip bir yere varmıyor, konusunda koskocaman boşluklar ve bol miktarda abukluklar var, hatta kamera açıları bile yer yer berbat. Ama eminim çok daha kötü filmler izledik, daha kötülerini de izleyeceğiz. Çağan Irmak'ın kendini bulmadan öncesinden kalan bir film olduğu için filmi bir Çağan Irmak beklentisiyle izlemeyince o kadar da kötü değilmiş gibi geldi bana.
İletişimsizlik gözümüze gözümüze sokulmuş, sessiz çocuk psikopat gibi herkesin ne naneler yediğini biliyor, yıllarca başarısız bir salak olarak görülen esas oğlanın bu kadar akıllıca ve kendini fark ettirmeden bunların hepsini biliyor oluşu filan komik, laflar büyük büyük, sahneler abuk subuk. Ama bazı gerçekler de enteresan, mesela basit bir lise sınıfında geçen hikayede, desperate housewives gibi herkesin bir kirli çamaşırı var, esas oğlan delirdim ben huleyyynnn şeklinde silahla okulu basıyor, herkese bi'şeyler itiraf ettiriyor, böylece bu çocuklar birbirlerine bağlanmış, büyümüş ve çekemedikleri şeylerle yüzleşmiş oluyor.Ama sanıyorum bu filmde sevmiş olduğum kısım rehinelerin tepkileriydi. Hatta filmin belki de tek iyi özelliğiydi ve bana filmi sevdirmek için yetti. Rehineler arkadaşlarının silahla kendilerini rehin almalarından dolayı önce korkuyorlar, sonra oğlana saygı duyuyorlarmış gibi yapıp esasında meraklarını tatmin ediyorlar. Hani okullarda herkesin özendiği insanlar vardır, onlar okulun prensleri/prensesleridir, çok havalı çok "cool"lardır, herkesle konuşmazlar filan, işte onları biz dünyalıların seviyesine indiriyor esas oğlan Bahadır, zaten dünyada olanlar bu durumdan zevk alıyorlar, hatta aralarında bağ bile kuruluyor. O havalı liselilerin o havayı yakalamak için yaptıkları "fedakarlıklar", havalı olmayanları belki de mutlu ediyor, neden? Çünkü artık üstün olan taraf kendileri oluyor, o havalı tayfa kendisiyle ve yaptıklarıyla yüzleştikçe diğerleri onlara acıma dolu gözlerle bakmaya başlıyorlar ve evet aynı çizgiye geliyorlar. Gitme fırsatını yakalayan pek çoklarının gitmeyişi belki de bundan, büyük sırları paylaşınca dost olabileceklerini düşünmeleri bundan, her şey kendini önemli hissetmekle ilgili herhalde, o "cool" çocuğun sırrını saklıyorum ben demekteki kuvvette.
--Şimdi meşhur meşhur oyuncu olan bir sürü kişini o tıfıl hallerini şimdi görmek de tatmin duygumu pekiştirdi, yani filmi ilk çıktığında değil de şimdilerde izlediğim için bu cool durumu ben bozmuş oldum, sanırım artık daha güçlüyüm, kendimi onlarla bir sırrı paylaşıyormuş gibi hissediyorum, hehe.--
Lisede havalı tayfadan olmadığım içindir belki, hep bu ezici tavırlarının altında bir sorunları yattığını düşünmüşümdür, bu fantezimin fazlaca uç bir şekilde filme çekilmesi sanırım bir tatmin yarattı. Bütün o anlamsız konuşmalar, arkadan giden büyük söylemler, yersiz nutuklar batmadı, görmezden geldim hepsini.
21 Mart 2009 Cumartesi
18 Mart 2009 Çarşamba
Happy-Go-Lucky
Bir insan devamlı gülebilir mi, ve dahası devamlı gülen bir kadının başrolünü oynadığı bir film seyredilebilir mi? Kesinlikle izlenebilirmiş ve hatta da izlenmeliymiş.Kahramanımız -Poppy- 30 yaşında bekar, yalnız demeye dilim varmadığı için sevgilisiz, işi olan, bol arkadaşlı ve eğlenmeyi seven çizmeli bir kadın. Bütün acılarını gülümseyerek atmayı belki yıllar önce öğrenmiş, beli tutulduğunda bile --son derece kişisel ara not: beli tutuldu yahu, yazıktır bana-- düzeltileceğinde hepimizin acıyla alacağı o nefesi bu kadın gülerek alıyor. Hayatta her şeyle dalga geçebilecek kapasiteye sahip ama bunu kişiyi yermeden yapacak kadar da olgun. Hatta hayattaki gayesi kimseyi kırmamak, varsa bir asık surat onu düzeltebilmek. Bunu için insanların onu eleştirmesine ve deli mi ne gibi bakmasına razı.
Daha ilk sahnede bisikleti çalındığı için sürüş dersleri almaya başlıyor. Bu arada bundan dolayı üzüntü duymuyor, bunu da belirtelim, sadece o güzelinden ayrıldığı için üzülüyor, yersiz sinire yeri yok. Direksiyon hocası -Scott- ise kendisinin tam tersi, hatta fimin temposunun en hızlı gittiği anlar arabanın içinde geçiyor, ırkçı, korkak, ziyadesiyle asabi, hiç gülmeyen, asosyal, sinirlenince kızaran ki hemen her şeye sinirlendiği için mütemadiyen kırmızı olan, son derece ezik bir adam. Adamı kabuğundan çıkarmaya çalışan Poppy, bunu zaman zaman adamı zorlayarak yapıyor, doğrudan damarına basıyor, bazen de ona son derece duygusal bir soru soruyor. Anaokulu öğretmeni olduğu için o çocuklardan öğrendiği bazı durumları Scott'a, Scott'tan öğrendiklerini ise çocuklara uyguluyor.Hayata karşı o kadar ilgili ki, tek bir çocuğun Scott'a dönüşmemesi için ne gerekiyorsa yapıyor. Dünya'yı gezdiği için türlü sorunu biliyor, bunlara gülerek cevap vermesi ise hem bir koruma kalkanı hem de bir tercih, bunu bilinçsiz yapmıyor. Mutsuzlukla bir şeyin elde edilemeyeceğini görmüş, mutlulukla daha kolay çözüme ulaşacağına inanıyor.
Ev arkadaşı 10 yıllık, inanılmaz bir bağ var aralarında. Üvey kardeşi ile karşılıklı olarak üveyliği kaldırmışlar, onlar basbayağı kardeş... Bilindik ve normal sınırlar içinde yaşamayı seçen diğer kız kardeş Poppy'ye bir sürü söz de sayıp dökse de Poppy esas mutlu olanın kendisi olduğunu bildiği için kardeşini bozmuyor bile, evet deyip geçiyor. Bu kadar da olgun...
Filmin ilk 10-15 dakikası biraz zorlayıcı, devamlı gülen bir karaktere alışmak zaman alıyor neticede, her türlü bozukluğu görmezden gelmemeye çalışan bir tip hiç de yakın gelmiyor, kafasını çevirmeden her soruna çözüm arayarak ya da en azından destek olmayı umut ederek balıklama atladığı için önce bir uyuz oluyoruz, sonra bunu bilinçli yaptığını görünce karaktere resmen aşık oluyoruz. Bütün o çılgın deli dolu ruhuna rağmen ben hayatımda en az bir Poppy olsun isterdim mesela.
Kendi üzüntülerini daha büyük üzüntüler yaşayan insanların yanına giderek çözümleyecek kadar da gerçekçi, bir de son derece korkusuz, öyle saf temiz ve iyi yürekli bir polyanna değil, her türlü gerçekliğin farkında bir umut düşkünü.
Kendi adıma böylesi bir karakterin olabileceğini düşünmek bile bana heyecan veriyor, hele ki her kötü bir anda izlenecek böylesi bir filmin olması da bir o kadar mutlu edici.
Bu arada Sally Hawkins gerçekten bu filmde harika. "Rolünüz nasıldı?" dediklerinde "Devamlı gülen birini oynamak hakikaten zordu" demiş, ama o filmde "oynamıyor" ki, biz her umudu, her düşünceyi, her üzüntüyü ve her şaşkınlığı onun gözlerinde ve mimiklerinde görüyoruz ve gerçek olduğunu düşünüyoruz.
Son olarak bu bal tadındaki filmden gelsin:
Poppy: Sen satanist misin?
Scott: Tam tersi..
Poppy: Papa'sın yani, ehhehe
Scott: O ikisi aynı.
Ev arkadaşı 10 yıllık, inanılmaz bir bağ var aralarında. Üvey kardeşi ile karşılıklı olarak üveyliği kaldırmışlar, onlar basbayağı kardeş... Bilindik ve normal sınırlar içinde yaşamayı seçen diğer kız kardeş Poppy'ye bir sürü söz de sayıp dökse de Poppy esas mutlu olanın kendisi olduğunu bildiği için kardeşini bozmuyor bile, evet deyip geçiyor. Bu kadar da olgun...
Filmin ilk 10-15 dakikası biraz zorlayıcı, devamlı gülen bir karaktere alışmak zaman alıyor neticede, her türlü bozukluğu görmezden gelmemeye çalışan bir tip hiç de yakın gelmiyor, kafasını çevirmeden her soruna çözüm arayarak ya da en azından destek olmayı umut ederek balıklama atladığı için önce bir uyuz oluyoruz, sonra bunu bilinçli yaptığını görünce karaktere resmen aşık oluyoruz. Bütün o çılgın deli dolu ruhuna rağmen ben hayatımda en az bir Poppy olsun isterdim mesela.
Kendi üzüntülerini daha büyük üzüntüler yaşayan insanların yanına giderek çözümleyecek kadar da gerçekçi, bir de son derece korkusuz, öyle saf temiz ve iyi yürekli bir polyanna değil, her türlü gerçekliğin farkında bir umut düşkünü.
Kendi adıma böylesi bir karakterin olabileceğini düşünmek bile bana heyecan veriyor, hele ki her kötü bir anda izlenecek böylesi bir filmin olması da bir o kadar mutlu edici.
Bu arada Sally Hawkins gerçekten bu filmde harika. "Rolünüz nasıldı?" dediklerinde "Devamlı gülen birini oynamak hakikaten zordu" demiş, ama o filmde "oynamıyor" ki, biz her umudu, her düşünceyi, her üzüntüyü ve her şaşkınlığı onun gözlerinde ve mimiklerinde görüyoruz ve gerçek olduğunu düşünüyoruz.
Son olarak bu bal tadındaki filmden gelsin:
Poppy: Sen satanist misin?
Scott: Tam tersi..
Poppy: Papa'sın yani, ehhehe
Scott: O ikisi aynı.
10 Mart 2009 Salı
Aşk Tutul(ama)ması
Romantik film delisi olduğum söylemiştim değil mi? Bu uğurda ne vakitlerimi harcadım, nice kötü filmi izledim, söylendim ama akıllanmadım, akıllanamadım, bir kez daha bunu kendime kanıtlamış oldum.
Maid in Manhattan filmini koşa koşa sinemada izlemiş kişiler olarak -bıkkın sözüm sana- bu film gerçekten abuk. Aslında mavra filmler kategorisine konabilecek kadar çok saçmalık barındırıyor içinde, bunu kendini hiç ciddiye almadan yapsaymış eğer çok komik olabilirmiş, ama aralarda öyle laflar ediliyor ki filmde, hani ciddiye al beni der gibi. İyi de nasıl alayım ki, kendi içinde tutarsız ve abuksun be film...
Konusu klasik bir romantik filme spor katılmışından: Bir kız ve bir oğlan durmadan karşılaşıyorlar, sonra kader işte biraraya geliyorlar, oğlan zaten çoktan aşık olmuş, geriye bir tek kızın aşık olması kalıyor, o da oluyor, kötü adamlar, hastalıklar, her şeye atlayan aileler falan filan. Ha bir de Fenerbahçe ve totemler, yok bunların mantığı, bunların mantıksızlığı, iyidir kötüdür filan derken harala gürele bir film.Esas oğlan fena aşık oluyor ilk gördüğü anda, saftirik de bir tip biraz. Çocukken babası onu maça götürmüş, ruhuna kapılmış gidiyor, 30'una merdiven dayadığı için de annesi onu evlendirme peşinde. Kaza yapıyor esas kıza çarpıyor, sonra durmaksızın karşılaşıyorlar. Kız da işinde gücünde, bir kere sevmiş mesut bahtiyar olamamış, astım hastası bir genç kızımız.
Filmin özetinin özeti güzel kız güzel oğlan aşık olurlar. Filmin sorunu ise o güzel kızla güzel oğlanın aşkına bizi bir türlü inandıramaması. Hiçbir uyum yok aralarında, bambaşka iki insanı da koysak olacak olan film budur. Uyum olamamış, böyle eski filmlere selam gönderen bir filmde de uyum olmayınca film olmuyor.
Bir de filmde çok çok büyük söylemler var. Kötü adam çok karikatürize mesela, hadi bu rahatsız etmiyor, zaten kötü adamın çıktığı yerlerde filmin kendiyle dalga geçen bir hali var. Ama "biz vatanımızı, ailemizi, takımımızı para için satmayız" örneği gibi söylemler girince işin içine film kendiyle dalga geçmiyor gayet de ciddiye alıyor havasına giriyoruz ve bundan sonra filme bakış açımız değişiyor. Filmin ilk yarıdaki eğlencesi yerini saçma sapan bir havaya bırakıyor, yok kız aile/oğlan arasında kalıyor, kendini hastalığa bırakıyor, bu kadar ilgili yakınlar gidip de bir kızım sen kötü görünüyorsun, gel seni bir doktora götürelim demiyorlar, anca kıza bi'şey olacak da sonra totemdi, büyük konuşmalardı, "aferin evladım sen hep böyle dediklerinin arkasında duran cesur çocuk ol" filanlardı gelebilsin. Patrona aşık olan arkadaşa, o sevgilinin kendine asıldığını söyleyemeyen bir arkadaşlık da var filmde, yani günümüz abukluğundan ne varsa mevcut.
Düşünün işte, her türlü romantik komediye katlanabilen biri olarak bu filmi bitirirken yüreğimde afakanlar halay çektiler... Yine de umudum tam, güzel romantik filmler yakındır herhalde...
Not: Pekiiiii, madem bu kadar kötü niye yazdın o zaman? Hiç bir fikrim yok!
Maid in Manhattan filmini koşa koşa sinemada izlemiş kişiler olarak -bıkkın sözüm sana- bu film gerçekten abuk. Aslında mavra filmler kategorisine konabilecek kadar çok saçmalık barındırıyor içinde, bunu kendini hiç ciddiye almadan yapsaymış eğer çok komik olabilirmiş, ama aralarda öyle laflar ediliyor ki filmde, hani ciddiye al beni der gibi. İyi de nasıl alayım ki, kendi içinde tutarsız ve abuksun be film...
Konusu klasik bir romantik filme spor katılmışından: Bir kız ve bir oğlan durmadan karşılaşıyorlar, sonra kader işte biraraya geliyorlar, oğlan zaten çoktan aşık olmuş, geriye bir tek kızın aşık olması kalıyor, o da oluyor, kötü adamlar, hastalıklar, her şeye atlayan aileler falan filan. Ha bir de Fenerbahçe ve totemler, yok bunların mantığı, bunların mantıksızlığı, iyidir kötüdür filan derken harala gürele bir film.Esas oğlan fena aşık oluyor ilk gördüğü anda, saftirik de bir tip biraz. Çocukken babası onu maça götürmüş, ruhuna kapılmış gidiyor, 30'una merdiven dayadığı için de annesi onu evlendirme peşinde. Kaza yapıyor esas kıza çarpıyor, sonra durmaksızın karşılaşıyorlar. Kız da işinde gücünde, bir kere sevmiş mesut bahtiyar olamamış, astım hastası bir genç kızımız.
Filmin özetinin özeti güzel kız güzel oğlan aşık olurlar. Filmin sorunu ise o güzel kızla güzel oğlanın aşkına bizi bir türlü inandıramaması. Hiçbir uyum yok aralarında, bambaşka iki insanı da koysak olacak olan film budur. Uyum olamamış, böyle eski filmlere selam gönderen bir filmde de uyum olmayınca film olmuyor.
Bir de filmde çok çok büyük söylemler var. Kötü adam çok karikatürize mesela, hadi bu rahatsız etmiyor, zaten kötü adamın çıktığı yerlerde filmin kendiyle dalga geçen bir hali var. Ama "biz vatanımızı, ailemizi, takımımızı para için satmayız" örneği gibi söylemler girince işin içine film kendiyle dalga geçmiyor gayet de ciddiye alıyor havasına giriyoruz ve bundan sonra filme bakış açımız değişiyor. Filmin ilk yarıdaki eğlencesi yerini saçma sapan bir havaya bırakıyor, yok kız aile/oğlan arasında kalıyor, kendini hastalığa bırakıyor, bu kadar ilgili yakınlar gidip de bir kızım sen kötü görünüyorsun, gel seni bir doktora götürelim demiyorlar, anca kıza bi'şey olacak da sonra totemdi, büyük konuşmalardı, "aferin evladım sen hep böyle dediklerinin arkasında duran cesur çocuk ol" filanlardı gelebilsin. Patrona aşık olan arkadaşa, o sevgilinin kendine asıldığını söyleyemeyen bir arkadaşlık da var filmde, yani günümüz abukluğundan ne varsa mevcut.
Düşünün işte, her türlü romantik komediye katlanabilen biri olarak bu filmi bitirirken yüreğimde afakanlar halay çektiler... Yine de umudum tam, güzel romantik filmler yakındır herhalde...
Not: Pekiiiii, madem bu kadar kötü niye yazdın o zaman? Hiç bir fikrim yok!
Etiketler:
Aşk Tutulması,
Fahriye Evcen,
Murat Şeker,
Tolgahan Sayışman
Ayrık Filmler (Bıçkın vs Bıkkın) No.1: Cashback
--Başlığın ve fikrin telif hakkı Bıkkın'a aittir--
--Kısa filmi izlemeyen ben de uzunu hakkında görüşlerimi bildirmekten geri durmuyorum ve dahası söz üstüne söz söyleyerek Bıkkın'a itiraz ediyorum.--
Esas oğlanımız fena halde aşka inanan bir kişilik, ve sevgilisinin terk edişini hazmedemediğinden uykusuzluğa kapılıyor. Çok şıpsevdi bir tip değil aslında, sadece hayatının aşkı olduğunu düşündüğü için içine sindiremiyor, bilmiyor ki aşk Adem ve Havva'dan kalan eski bir yalan. Gece vardiyasına girdiği markette bir sürü garip karakterle tanışıyor, hayatını renklendiriyor. Hatta bana göre Ben zaten hayatını renklendirme peşinde, atıldığı süpermarket macerası da belki bu yüzden. Hani hiçbir şey yapmazsan kafan daha meşgul olur, düşüncelerin seni daha çok yorar derler ya, adam çareyi bu şekilde buluyor sanki. Zamanı durdurabilmesi ve o anı sadece kendisinin yaşıyor oluşu da belki bundan; adam kafa yormaya o kadar alışmış ki, işi olduğunda bile kafasını yorabilmek için zamanı durduruyor. Sonra kafa yormasına bahane olarak bulduğu zamanı durdurmaya da bahane olarak resim yapmayı geliştiriyor. Önce pornografik olarak algılayıp "püüü terbiyesiz milleti haberi yokken soyup çiziyor" dediğimiz adama sonradan dikkatle bakıyoruz ve kişileri sadece birer model olarak gördüğünü anlıyoruz, aslında onun pornografik bir amacı yok, hatta modelleri soyarken ya da giydirirken bir şekilde -artık kalan mahremiyeti bozmamak mıdır nedir tam bilemiyorum- kesinlikle dokunmamaya özen gösteriyor, aslında modellerine saygı duyan umutsuz bir romantik. Erkek nü çizmiyor oluşu ise bana batmadı zira estetik olarak sinemalaştırılan genel olarak kadın vücududur. Kaç tane tamamen çıplak kadın olan film gördüğümüzü kaç tane tamamen çıplak erkek gördüklerimize oranlarsak Ben'i haklı bile görebiliriz. Sevdiği kadını hiç çıplak çizmiyor oluşunu onu sadece bir model olarak görmüyor oluşuna bağlıyorum mesela, nasıl ki diğer tüm çizdikleri ona anlam ifade etmiyorsa, anlam ifade edenleri çıplak çizmiyor oluşu aslında kendi içinde bir nevi tutarlılık bile sağlayabiliyor. Ben'i gerçek bir romantiğin biraz şaşırmışı desek aslında yaptıkları anlamlı gelebiliyor.Filmde hiç zenci yok ama bembeyaz bir dünya da değil, bir sürü garip tip var filmde, çalıştığı yerdeki herkes garip bir kere. Ben'in arkadaşları çok garip, ama bütün bu gariplikleri sadakatle birleşince yanakları sıkılası tipler olup çıkıyorlar. Her biri Ben'in kendini bulması için çabaladıkça biz herbirine derin bir sevgi beslemeye başlıyoruz.
Yıllar önce ilk cinsel deneyimlerini gerçekleştirdikleri kız yıllar sonra aynı rolle karşılarına çıkınca son derece mutlu olup, durumu hiç yadırgamıyorlar. Her ne kadar bol miktarda kadın vücudu kullanılmış olsa da sriptiz sahnesinde mesela "hiç çekmeden aynı diyaloğu verebilirdik ama kadın vücudunu koyarak da birebir aynısı verebileceğimizi gösterdik" der gibi bir havaları var. O sahnede yıllar sonra birbirini bulan arkadaşlar bizi ne kadar şaşırtsa da yargılatmıyorsa, bundan sonra arkadaşlığın süreceğini bilmek de o derece normal geliyor. Bu sahnenin yaşandığı pek çok filmde karşısındakinin tanıdık olduğunu fark eden kız ya pılısını pırtısını toplayıp giderdi ya da utancından kafasını kaldıramaz, yaptığı işten duyduğu utançla parasını alıp hüzünlü bakışlarla giderdi, ama her koşulda kız giderdi, ne de olsa utanması gereken kızdı, o kızı oraya çağıranlar ise tanıdık olmayan kızlarla yollarına devam ederlerdi. Bu filmde ise -ki benim gerçekten çok hoşuma gitmişti- kız yaptığı işten utanmıyor, karşısındakiler de onu görmüş olmaktan utanmıyor. Herkes durumun farkında, ve bunu yargılamıyor, hatta genel olarak belki de filmin bu yargılamayn bakış açısını sevdim ben.
Kendimi düzeltiyorum, aslında filmin yargıladığı bir karakter var, Ben'in eski kız arkadaşı... Ama onu tekrar gördüğümüz zamana kadar biz zaten Ben'i ve Sharon'u çok sevdiğimiz için bu da bize batmıyor, hatta kız arkadaş tekrar Ben'e dönmeye çalışıncaya dek onu da mazur görüyoruz ama kararından vazgeçmesinden sonra yargılamalar başlıyor. Neticede birinin hayatını yıkıp gitmek sonra da yok bunu da beğenmedim geri döneyim demek, o arada karşı tarafın ne yaşadığına aldırmamak ve tamamen bencil olmak noktalarına gelindiğinde zaten filmle birlikte biz de yargılıyor oluyoruz.
Bu filmin bir başka sevdiğim yönü başarısızlığa olan övgüsü. Kimse her konuda başarılı olmak zorunda değil, Ben ise gerçek bir başarısız. Ama sadece Ben değil, çok kişi belli bir yerlere gelememiş karakterler, ve kendileriyle olan barışıklık, o acayip hırsları, birbirini ezmeleri görmüyor olmak bana mutluluk veriyor gerçekten. Futbolda hırs yapıp hezimete uğradıklarında bile üzülmeyen bir grup var elimizde, daha ne olsun...
Sonunda ise umutsuz romantik Ben, umutlu romantiğe döndüğünde, hepimizin gizli arzusu olan "o anı paylaşacak kişiyi" bulup gerçekten de paylaştığında yüzümüzde harika bir ifade yaratıyor. Biz bunun görünmezini ararken onlar bize görsel olarak veriyorlar bu durumu, zaten yarısından fazlasının gerçekliğini sorguladığımız film kendi adıma çok hoş bir tat bırakarak bitiyor. Uğruna uykusuzluğa düştüğü kişiyle bugüne dek hiç böyle bir şeyi denememişken Sharon'la gayet rahat ve mutlu bir şekilde paylaşıyor anını. Klasik romantik/romantik komedi/komedi kalıplarının dışında kalıyor, ve kanımca güzelliğini buradan alıyor. Bu arada Türkçe'ye Zamana Güzellik Kat diye çevirenlerinden ellerinden öpüyorum, bir filme ancak bu kadar uyum sağlayabilirdi bir ad.
--Kısa filmi izlemeyen ben de uzunu hakkında görüşlerimi bildirmekten geri durmuyorum ve dahası söz üstüne söz söyleyerek Bıkkın'a itiraz ediyorum.--
Esas oğlanımız fena halde aşka inanan bir kişilik, ve sevgilisinin terk edişini hazmedemediğinden uykusuzluğa kapılıyor. Çok şıpsevdi bir tip değil aslında, sadece hayatının aşkı olduğunu düşündüğü için içine sindiremiyor, bilmiyor ki aşk Adem ve Havva'dan kalan eski bir yalan. Gece vardiyasına girdiği markette bir sürü garip karakterle tanışıyor, hayatını renklendiriyor. Hatta bana göre Ben zaten hayatını renklendirme peşinde, atıldığı süpermarket macerası da belki bu yüzden. Hani hiçbir şey yapmazsan kafan daha meşgul olur, düşüncelerin seni daha çok yorar derler ya, adam çareyi bu şekilde buluyor sanki. Zamanı durdurabilmesi ve o anı sadece kendisinin yaşıyor oluşu da belki bundan; adam kafa yormaya o kadar alışmış ki, işi olduğunda bile kafasını yorabilmek için zamanı durduruyor. Sonra kafa yormasına bahane olarak bulduğu zamanı durdurmaya da bahane olarak resim yapmayı geliştiriyor. Önce pornografik olarak algılayıp "püüü terbiyesiz milleti haberi yokken soyup çiziyor" dediğimiz adama sonradan dikkatle bakıyoruz ve kişileri sadece birer model olarak gördüğünü anlıyoruz, aslında onun pornografik bir amacı yok, hatta modelleri soyarken ya da giydirirken bir şekilde -artık kalan mahremiyeti bozmamak mıdır nedir tam bilemiyorum- kesinlikle dokunmamaya özen gösteriyor, aslında modellerine saygı duyan umutsuz bir romantik. Erkek nü çizmiyor oluşu ise bana batmadı zira estetik olarak sinemalaştırılan genel olarak kadın vücududur. Kaç tane tamamen çıplak kadın olan film gördüğümüzü kaç tane tamamen çıplak erkek gördüklerimize oranlarsak Ben'i haklı bile görebiliriz. Sevdiği kadını hiç çıplak çizmiyor oluşunu onu sadece bir model olarak görmüyor oluşuna bağlıyorum mesela, nasıl ki diğer tüm çizdikleri ona anlam ifade etmiyorsa, anlam ifade edenleri çıplak çizmiyor oluşu aslında kendi içinde bir nevi tutarlılık bile sağlayabiliyor. Ben'i gerçek bir romantiğin biraz şaşırmışı desek aslında yaptıkları anlamlı gelebiliyor.Filmde hiç zenci yok ama bembeyaz bir dünya da değil, bir sürü garip tip var filmde, çalıştığı yerdeki herkes garip bir kere. Ben'in arkadaşları çok garip, ama bütün bu gariplikleri sadakatle birleşince yanakları sıkılası tipler olup çıkıyorlar. Her biri Ben'in kendini bulması için çabaladıkça biz herbirine derin bir sevgi beslemeye başlıyoruz.
Yıllar önce ilk cinsel deneyimlerini gerçekleştirdikleri kız yıllar sonra aynı rolle karşılarına çıkınca son derece mutlu olup, durumu hiç yadırgamıyorlar. Her ne kadar bol miktarda kadın vücudu kullanılmış olsa da sriptiz sahnesinde mesela "hiç çekmeden aynı diyaloğu verebilirdik ama kadın vücudunu koyarak da birebir aynısı verebileceğimizi gösterdik" der gibi bir havaları var. O sahnede yıllar sonra birbirini bulan arkadaşlar bizi ne kadar şaşırtsa da yargılatmıyorsa, bundan sonra arkadaşlığın süreceğini bilmek de o derece normal geliyor. Bu sahnenin yaşandığı pek çok filmde karşısındakinin tanıdık olduğunu fark eden kız ya pılısını pırtısını toplayıp giderdi ya da utancından kafasını kaldıramaz, yaptığı işten duyduğu utançla parasını alıp hüzünlü bakışlarla giderdi, ama her koşulda kız giderdi, ne de olsa utanması gereken kızdı, o kızı oraya çağıranlar ise tanıdık olmayan kızlarla yollarına devam ederlerdi. Bu filmde ise -ki benim gerçekten çok hoşuma gitmişti- kız yaptığı işten utanmıyor, karşısındakiler de onu görmüş olmaktan utanmıyor. Herkes durumun farkında, ve bunu yargılamıyor, hatta genel olarak belki de filmin bu yargılamayn bakış açısını sevdim ben.
Kendimi düzeltiyorum, aslında filmin yargıladığı bir karakter var, Ben'in eski kız arkadaşı... Ama onu tekrar gördüğümüz zamana kadar biz zaten Ben'i ve Sharon'u çok sevdiğimiz için bu da bize batmıyor, hatta kız arkadaş tekrar Ben'e dönmeye çalışıncaya dek onu da mazur görüyoruz ama kararından vazgeçmesinden sonra yargılamalar başlıyor. Neticede birinin hayatını yıkıp gitmek sonra da yok bunu da beğenmedim geri döneyim demek, o arada karşı tarafın ne yaşadığına aldırmamak ve tamamen bencil olmak noktalarına gelindiğinde zaten filmle birlikte biz de yargılıyor oluyoruz.
Bu filmin bir başka sevdiğim yönü başarısızlığa olan övgüsü. Kimse her konuda başarılı olmak zorunda değil, Ben ise gerçek bir başarısız. Ama sadece Ben değil, çok kişi belli bir yerlere gelememiş karakterler, ve kendileriyle olan barışıklık, o acayip hırsları, birbirini ezmeleri görmüyor olmak bana mutluluk veriyor gerçekten. Futbolda hırs yapıp hezimete uğradıklarında bile üzülmeyen bir grup var elimizde, daha ne olsun...
Sonunda ise umutsuz romantik Ben, umutlu romantiğe döndüğünde, hepimizin gizli arzusu olan "o anı paylaşacak kişiyi" bulup gerçekten de paylaştığında yüzümüzde harika bir ifade yaratıyor. Biz bunun görünmezini ararken onlar bize görsel olarak veriyorlar bu durumu, zaten yarısından fazlasının gerçekliğini sorguladığımız film kendi adıma çok hoş bir tat bırakarak bitiyor. Uğruna uykusuzluğa düştüğü kişiyle bugüne dek hiç böyle bir şeyi denememişken Sharon'la gayet rahat ve mutlu bir şekilde paylaşıyor anını. Klasik romantik/romantik komedi/komedi kalıplarının dışında kalıyor, ve kanımca güzelliğini buradan alıyor. Bu arada Türkçe'ye Zamana Güzellik Kat diye çevirenlerinden ellerinden öpüyorum, bir filme ancak bu kadar uyum sağlayabilirdi bir ad.
Cashback
Cashback aynı isimli kısa filmin başarısının ardından hikayenin öncesini ve sonrasını anlatacak şekilde çekilen bir film. Ben kısayı henüz izleyemedim ama uzunu hakkında görüşlerimi anlatmaktan geri durmayacağım. Sean Ellis gençlerin gönül meselelerini hem yazar hem de yönetmen olarak akıcı ve derli toplu bir şekilde anlatmış. Aynı konuda çekilen amerikan filmlerinin saf libido ve saf aşk ayırımının daha uzlaşmacı bir yerinde duruyor. Hem sonuçta bu bir ingiliz filmi ve mesaj vermekten çok stilistik anlatım arayışları var.
Film kız arkadaşının terkettiği Ben'in ayrılık acısıyla nasıl başa çıktığını anlatıyor. Bize duygusal ve sanatçı ruhlu olduğu izlenimi verilen Ben kronik uyku bozukluğu yaşamaya başlar ve geceleri süpermarkette eleman olarak çalışmaya karar verir. Bu sırada onun sıradışı bir yeteneğe sahip olduğunu öğreniriz. Baş karakterin bakış açısından anlatılan her şeyin başarılı olduğunu düşünüyorum, mesela ilk sahnede kız arkadaşın hiddetini yavaş çekimde izlediğimiz sahne duygularını çok güzel anlatıyor. Mekanların birbiri içine geçtiği, zamanın durduğu sahneler filmin akışını bozmuyor, dahası filme masalsı bir tat veriyor.
Bu filme sevimli bir romantik komedi demeyi çok isterdim, nihayetinde güldürüyor ve duygulandırıyor. Ancak cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşenmiş. Ne kadar zararsız gözükse de filmin cinsiyet ayırımcılığı yaptığı aşikar. Dikkat bu kısımda s-p-o-i-l-e-r tehlikesi var. Kahramanımız kadınlarla olan ilişkilerinde arkadaşlarının aksine cinsellikten çok duygusallık arıyor. Ancak o da kadınların güzelliğini bedenleri üzerinden görmeyi tercih ediyor, bunu da onların haberi olmadan çıplak vücutlarını çizerek anlatıyor. Çıplak bedenin taşıdığı çok anlam var ve resim tarihinde insan ruhunu anlatan nü'ler sayısız. Ancak Ben'in çıplaklık anlayışı pornografi sınırlarına giriyor. Hadi diyelim bu sembolik bir anlatım olsun, o zaman niye hoşlandığı kızı çıplak olarak çizmiyor da sürekli portresini yapıyor? Veya erkek ruhu vücuduna yansımıyor mu? Filmdeki tek çıplak erkek modellik yaparken gaz kaçıran şişman bir erkek, zaten Ben de onu çizmeyi reddediyor. Sharon karakteri güzelliğiyle değil de doğallığıyla öne çıkıyor ancak Ben'le ilişkisi ilerleyince daha sıradan bir role bürünüyor.
Imdb'deki yorumlardan birinde filmde hiç siyahi karakter olmadığından şikayet ediliyordu. Sanırım bu İngiltere'de özellikle kolej ortamı içinde gerçekten tuhaf bir durum. Ben bunu farketmemiştim ama duygusal olmaya çalışan bir filmin kadına bakış açısından gayet rahatsız oldum. Sonuçta film ilginç bir seyirlik olsa bile, beyaz adamın bir fantezisi olmaktan kurtulamıyor.
Film kız arkadaşının terkettiği Ben'in ayrılık acısıyla nasıl başa çıktığını anlatıyor. Bize duygusal ve sanatçı ruhlu olduğu izlenimi verilen Ben kronik uyku bozukluğu yaşamaya başlar ve geceleri süpermarkette eleman olarak çalışmaya karar verir. Bu sırada onun sıradışı bir yeteneğe sahip olduğunu öğreniriz. Baş karakterin bakış açısından anlatılan her şeyin başarılı olduğunu düşünüyorum, mesela ilk sahnede kız arkadaşın hiddetini yavaş çekimde izlediğimiz sahne duygularını çok güzel anlatıyor. Mekanların birbiri içine geçtiği, zamanın durduğu sahneler filmin akışını bozmuyor, dahası filme masalsı bir tat veriyor.
Bu filme sevimli bir romantik komedi demeyi çok isterdim, nihayetinde güldürüyor ve duygulandırıyor. Ancak cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşenmiş. Ne kadar zararsız gözükse de filmin cinsiyet ayırımcılığı yaptığı aşikar. Dikkat bu kısımda s-p-o-i-l-e-r tehlikesi var. Kahramanımız kadınlarla olan ilişkilerinde arkadaşlarının aksine cinsellikten çok duygusallık arıyor. Ancak o da kadınların güzelliğini bedenleri üzerinden görmeyi tercih ediyor, bunu da onların haberi olmadan çıplak vücutlarını çizerek anlatıyor. Çıplak bedenin taşıdığı çok anlam var ve resim tarihinde insan ruhunu anlatan nü'ler sayısız. Ancak Ben'in çıplaklık anlayışı pornografi sınırlarına giriyor. Hadi diyelim bu sembolik bir anlatım olsun, o zaman niye hoşlandığı kızı çıplak olarak çizmiyor da sürekli portresini yapıyor? Veya erkek ruhu vücuduna yansımıyor mu? Filmdeki tek çıplak erkek modellik yaparken gaz kaçıran şişman bir erkek, zaten Ben de onu çizmeyi reddediyor. Sharon karakteri güzelliğiyle değil de doğallığıyla öne çıkıyor ancak Ben'le ilişkisi ilerleyince daha sıradan bir role bürünüyor.
Imdb'deki yorumlardan birinde filmde hiç siyahi karakter olmadığından şikayet ediliyordu. Sanırım bu İngiltere'de özellikle kolej ortamı içinde gerçekten tuhaf bir durum. Ben bunu farketmemiştim ama duygusal olmaya çalışan bir filmin kadına bakış açısından gayet rahatsız oldum. Sonuçta film ilginç bir seyirlik olsa bile, beyaz adamın bir fantezisi olmaktan kurtulamıyor.
4 Mart 2009 Çarşamba
Kurgunun Kurgusu No:2, Synecdoche New York
Charlie Kaufman şöyle demiş, "I don't really talk about what the movie's about, because it's about what it's about to you./ Aslında filmin ne hakkında olduğu konusunda konuşmuyorum, çünkü film sizin için ne anlam ifade ediyorsa onun hakkında." (daha da fazlası için bkz. )
---aşırı kişisel açıklama---
Bu cümle çok hoşuma gitti, çünkü bizim bu blogda yazdıklarımızı çok güzel bir şekilde özetliyor. Profesyonel sinema eleştirmenliğinden fersah fersah uzaktayız belki, yine de filmlerin bizim için ne anlam ifade ettiğini yansıtma arayışındayız. Kendim adıma konuşacak olursam sinema benim için başlı başına bir deneyim, özellikle hayatta deneyim eksikliğinden mağdur olduğum zamanlarda. Bence küçük bir dünya yaratıp onu insanlarla paylaşmanın şimdiye kadar keşfedilmiş en iyi yoludur sinema. Kitapları es geçmemin nedeni görselliğe tapınmamdandır. Filmlerde aradığım duygusal tatminden çok hayatı bambaşka açılardan yansıtabilme kapasitesi ve bu arayışımı son olarak Charlie Kaufman tam anlamıyla doyurdu.
---aşırı kişisel açıklama---
Bu filmin ne hakkında olduğunu anlatmak yersiz, aslına bakarsak mümkün bile değil. Orta yaşlarda evliliği sarsıntıda olan ve ölümden korkan bir tiyatro yönetmeni Caden Cotard'ın hayatını gayet öznel bir şekilde anlatıyor. Kaufman'ın yazdığı diğer filmleri izleyenler gerçek hayatın, rüyaların, bilinçdışının birbiri içine nasıl geçtiğini bilirler. Bu ilişki bu sefer daha da ileri bir seviyeye taşınmış. Gerçekliğin, metaforların, paranoyaların nerde başlayıp nerde bittiğini takip etmek film ilerledikçe imkansızlaşıyor. Eğer filmi bir Clint Eastwood filmi gibi izlemeye kalkışırsanız büyük acılar çekersiniz. Mesela Caden ufak tefek sağlık problemleri için endişeleniyor, doktora gidip geldikçe oldukça ciddi ve çoğunlukla gerçekdışı sorunlar yaşamaya başlıyor. Hazel sürekli olarak çatır çatır yanan bir eve taşınıyor ve herkes hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor. Caden başına gelenleri televizyondan, dergilerden öğreniyor. Ayrıca Caden'ın tiyatro yönetmeni olması filmin çok katmanlı olmasına yardım ediyor ve sahne ile gerçek hayat, gerçek karakterler ve oyuncular sürekli birbirinin yerine geçiyor.
Benim için bu film en çok hayat ve ölüm hakkında. Kendimizi gerçekleştirmeye çalışırken sürekli planlarımızdan uzak düştüğümüz, tanıdıkça bizi hayal kırıklığına uğratan ve her gün bizi ölüme yaklaştıran hayatı nasıl yaşadığımız hakkında. Herkesin yaşadığı ama hayat hikayelerine hiçbir zaman geçmeyen günlük endişeler, bocalamalar ve başarısızlıklar var bu filmde. Hayatımızın başrolünde veya yönetmenliğinde olmadığımızı farkettiğimiz ve ölüme rağmen hayatla başa çıkmaya çalıştığımız zamanlar var. Charlie Kaufman birebir anlatmanın mümkün olmadığı, çok düşündüren -belli ki kendisi de çok düşünmüş bu konuda- zengin bir film çıkarmış, izleyici için oldukça değişik bir deneyim olduğunu söyleyebilirim.
---aşırı kişisel açıklama---
Bu cümle çok hoşuma gitti, çünkü bizim bu blogda yazdıklarımızı çok güzel bir şekilde özetliyor. Profesyonel sinema eleştirmenliğinden fersah fersah uzaktayız belki, yine de filmlerin bizim için ne anlam ifade ettiğini yansıtma arayışındayız. Kendim adıma konuşacak olursam sinema benim için başlı başına bir deneyim, özellikle hayatta deneyim eksikliğinden mağdur olduğum zamanlarda. Bence küçük bir dünya yaratıp onu insanlarla paylaşmanın şimdiye kadar keşfedilmiş en iyi yoludur sinema. Kitapları es geçmemin nedeni görselliğe tapınmamdandır. Filmlerde aradığım duygusal tatminden çok hayatı bambaşka açılardan yansıtabilme kapasitesi ve bu arayışımı son olarak Charlie Kaufman tam anlamıyla doyurdu.
---aşırı kişisel açıklama---
Bu filmin ne hakkında olduğunu anlatmak yersiz, aslına bakarsak mümkün bile değil. Orta yaşlarda evliliği sarsıntıda olan ve ölümden korkan bir tiyatro yönetmeni Caden Cotard'ın hayatını gayet öznel bir şekilde anlatıyor. Kaufman'ın yazdığı diğer filmleri izleyenler gerçek hayatın, rüyaların, bilinçdışının birbiri içine nasıl geçtiğini bilirler. Bu ilişki bu sefer daha da ileri bir seviyeye taşınmış. Gerçekliğin, metaforların, paranoyaların nerde başlayıp nerde bittiğini takip etmek film ilerledikçe imkansızlaşıyor. Eğer filmi bir Clint Eastwood filmi gibi izlemeye kalkışırsanız büyük acılar çekersiniz. Mesela Caden ufak tefek sağlık problemleri için endişeleniyor, doktora gidip geldikçe oldukça ciddi ve çoğunlukla gerçekdışı sorunlar yaşamaya başlıyor. Hazel sürekli olarak çatır çatır yanan bir eve taşınıyor ve herkes hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor. Caden başına gelenleri televizyondan, dergilerden öğreniyor. Ayrıca Caden'ın tiyatro yönetmeni olması filmin çok katmanlı olmasına yardım ediyor ve sahne ile gerçek hayat, gerçek karakterler ve oyuncular sürekli birbirinin yerine geçiyor.
Benim için bu film en çok hayat ve ölüm hakkında. Kendimizi gerçekleştirmeye çalışırken sürekli planlarımızdan uzak düştüğümüz, tanıdıkça bizi hayal kırıklığına uğratan ve her gün bizi ölüme yaklaştıran hayatı nasıl yaşadığımız hakkında. Herkesin yaşadığı ama hayat hikayelerine hiçbir zaman geçmeyen günlük endişeler, bocalamalar ve başarısızlıklar var bu filmde. Hayatımızın başrolünde veya yönetmenliğinde olmadığımızı farkettiğimiz ve ölüme rağmen hayatla başa çıkmaya çalıştığımız zamanlar var. Charlie Kaufman birebir anlatmanın mümkün olmadığı, çok düşündüren -belli ki kendisi de çok düşünmüş bu konuda- zengin bir film çıkarmış, izleyici için oldukça değişik bir deneyim olduğunu söyleyebilirim.
Etiketler:
Charlie Kaufman,
Kurgunun Kurgusu,
Synecdoche New York
3 Mart 2009 Salı
Vicdan
Bir fragman bir filmi nasıl anlatamaz, onu gördüm dün akşam. Aydanur kızımız sevgilisi en yakın arkadaşıyla evlenince pavyona düşecek, biz de pavyon hayatından "höst yavaş, yerler yaş" gibi özlü sözler dinleyeceğiz beklentisine girmiştim. Ama nerden bilirdim ki bu laf tam da yerini bulacak. Vicdan kendine özgü, patavatsız bir film. Üstünlük taslayan bir ahlak anlayışı ile yazılmadığına, ezber bozduğuna memnun oldum. Öğrenilmiş davranış kalıbı şu değil mi: aldatılan kadın olayı örtbas eder, yuvasını korur. kötü, ahlaksız olan metrestir. koca bildiğini okumaya devam eder. filmde yaşananlar ise bambaşka.
-s-p-o-i-l-e-r-!-
Nedense herkese anlamsız gelen Songül'ün davranışları bana aksine o derece doğal geldi. Aldatıldığında kendisini hiçe sayan kaba saba kocası yerine bir zamanlar sevdiği adamdan ayırdığı için suçluluk hissettiği çocukluk arkadaşına geri dönüyor, o kadın kocasının metresi olsa bile. Mahmut'un neden Songül'le evlendiği gayet ortada, mahmut'un ağzından da duyduğumuz gibi Aydanur bir orospu. Songül ve Mahmut arasında Aydanur'a karşı hissetikleri bağlılık dışında pek bir duygudaşlık olduğunu sanmıyorum. Bu arada Mahmut da pek mutlu gözükmüyor. kendisinden beklenildiği gibi namuslu bir kadınla evleniyor, mutluluğu metresinin koynunda arıyor, ama ona tek kuruşluk değer vermiyor. Ortalığa saf testesteron saçmasına rağmen iktidarsızlığıyla öne çıkıyor. Kadınların birbirine yakınlaşmasıyla beraber Aydanur da suçluluk duymaya başlıyor, birlikte Mahmut'a ve diğer herkese başkaldırıyorlar. Tabi geceleri dağıtmaktan daha fazlası olamıyor bu isyan. Sonunda olan zaten damgalanmış olana değil, namuslu kadına oluyor. Mahmut'u bu suça yönlendiren mahalleli oluyor, yoksa o "üçlü" takılmaktan rahatsız olacak bir insan değil. 3 yıl hapis yatıp çıktığında, namusunu temizlemiş bir erkek olarak saygı görüyor. 3 yıl diyorum, cinayete 3 yıl! Dahası çıktığında hala Aydanur'la beraber olabileceklerine dair saf bir umut besleyebiliyor. Bundan sonra olanları Aydanur'un vicdanı yönlendiriyor, hatta bu delikanlılığı yapmak için geç bile kalıyor. Kana kan olması gerektiğinden değil, aklına gelebilecek başk hiçbir çözüm yolu olmadığından.
-s-p-o-i-l-e-r-!-
Bu üç karakter arasında gelişenler çok iyi bir kurguyla verilmiş. Kısıtlı hayatları, büründükleri çarpık toplumsal rollerin çirkinliği ve Aydanur-Mahmut aşkının bu derece zavallı bir hale gelmesi çok iyi anlatılmış. Filmi izlemek için tekrar arayacağımı sanmıyorum ama tek kendisinden beklenildiği gibi değil de içinden geldiği gibi davranmaya cesaret eden karakterin başına gelenler (başına gelenlerden kastım o değil) hala vicdanımı sızlatıyor. (29.10.2008)
-s-p-o-i-l-e-r-!-
Nedense herkese anlamsız gelen Songül'ün davranışları bana aksine o derece doğal geldi. Aldatıldığında kendisini hiçe sayan kaba saba kocası yerine bir zamanlar sevdiği adamdan ayırdığı için suçluluk hissettiği çocukluk arkadaşına geri dönüyor, o kadın kocasının metresi olsa bile. Mahmut'un neden Songül'le evlendiği gayet ortada, mahmut'un ağzından da duyduğumuz gibi Aydanur bir orospu. Songül ve Mahmut arasında Aydanur'a karşı hissetikleri bağlılık dışında pek bir duygudaşlık olduğunu sanmıyorum. Bu arada Mahmut da pek mutlu gözükmüyor. kendisinden beklenildiği gibi namuslu bir kadınla evleniyor, mutluluğu metresinin koynunda arıyor, ama ona tek kuruşluk değer vermiyor. Ortalığa saf testesteron saçmasına rağmen iktidarsızlığıyla öne çıkıyor. Kadınların birbirine yakınlaşmasıyla beraber Aydanur da suçluluk duymaya başlıyor, birlikte Mahmut'a ve diğer herkese başkaldırıyorlar. Tabi geceleri dağıtmaktan daha fazlası olamıyor bu isyan. Sonunda olan zaten damgalanmış olana değil, namuslu kadına oluyor. Mahmut'u bu suça yönlendiren mahalleli oluyor, yoksa o "üçlü" takılmaktan rahatsız olacak bir insan değil. 3 yıl hapis yatıp çıktığında, namusunu temizlemiş bir erkek olarak saygı görüyor. 3 yıl diyorum, cinayete 3 yıl! Dahası çıktığında hala Aydanur'la beraber olabileceklerine dair saf bir umut besleyebiliyor. Bundan sonra olanları Aydanur'un vicdanı yönlendiriyor, hatta bu delikanlılığı yapmak için geç bile kalıyor. Kana kan olması gerektiğinden değil, aklına gelebilecek başk hiçbir çözüm yolu olmadığından.
-s-p-o-i-l-e-r-!-
Bu üç karakter arasında gelişenler çok iyi bir kurguyla verilmiş. Kısıtlı hayatları, büründükleri çarpık toplumsal rollerin çirkinliği ve Aydanur-Mahmut aşkının bu derece zavallı bir hale gelmesi çok iyi anlatılmış. Filmi izlemek için tekrar arayacağımı sanmıyorum ama tek kendisinden beklenildiği gibi değil de içinden geldiği gibi davranmaya cesaret eden karakterin başına gelenler (başına gelenlerden kastım o değil) hala vicdanımı sızlatıyor. (29.10.2008)
1 Mart 2009 Pazar
Çayhane vs Kurtlarla Dans
Ne Marlon Brando'nun Japon hali ne de Glenn Ford'un keyifli oyunu, Çayhane filmini benim için esas unutulmaz ve özel kılan samimiyeti ve gerçekçiliğiydi. Kimilerine göre çok uçuk gelebilecek bu hikaye aslında pek çok filmde karşımıza çıkan bulunduğu yere adapte olmak, oradakileri kendine benzetmeye çalışırken onlardan biri olmak üzerine kurulu. Bu öyküde adapte olan Amerikan askeri, olunan kültür ve halk da Japonlar olunca hadi canım deyip gülümsüyoruz, ama bir o kadar da hoşumuza gidiyor. Savaşın ve kültür değişiminin illa ki gerekli olmadığını, Amerikan kültürünün de her zaman üstün olmadığını, dolayısıyla akıllı kişilerin var olan güzelliği bozmak yerine mümkünse geliştirmeyi, geliştirirken kendini de ilerletmeyi seçtiği karakterleri barındıran filmler, buna biraz da espri katıyorlarsa çok keyifli olabiliyorlar.
İşte Çayhane de asker Glenn Ford her ne kadar kendini rehavete kaptırmış gibi bir karakter çizse de esasında akıllı bir adam. Kendisi gidince asla uygulanmayacağını bildiği yenilikleri dikta etmekle vakit kaybedeceğine alttan alta uygulanabileceklerle var olanları harmanlıyor ve bunu öylesine hoş bir şekilde yapıyor ki halk da onu sevip destek veriyor. Elbette bozguncu Amerikan ordusu bu durumdan nefret ediyor ve hemen despot birini yolluyor oraya. Sessiz ve mağlubiyet gibi görünecek bir galibiyetten olduklarını ise asla anlayamıyorlar.
Bulunduğu kültüre ayak uyduran, hem o toplumu hem de kendini ortak paydada buluşturan filmler arasında Kurtlarla Dans'ı da sayabiliriz. Bu filmdeki karakter işi bir adım öteye götürüp saf değiştiriyordu, ama asla kendi kültürünü de yok saymıyordu. Saygı duyduğu yeni kültürü var olanla birleştirip çıtayı yükseltip akıllı hamleler yapıyordu. Savaşın daha net olduğu ve daha uzun bir filmdi ve karakterin görevine teslim olmaması ile bahsettiğimiz diğer filmden ayrılıyordu.
Her iki filmin temel bozgunu diğer kültüre olan merak ve aşktı. Karakterlerimizin yaptıkları araştırmalarda birinde Japon diğerinde Kızılderili kültürünün değişikliği onları ele geçirirken, Amerikan tekdüze bakış açısı onların bu meraklarının peşinden gitmelerine engel oluyordu. Amerikalılara göre -filmde tabii- askerler verilen görev dışında hiçbir şey yapmamalı, yaptıkları Amerikalılara ve orduya yarayacak bile olsa emri dışına çıkmamalılardı. "Çıkıntılık" yapan asker karşı taraftan sayılırdı.
Aşk ise her iki filmde de hem önemli bir konu hem de değil, aşklar çok şeyin bozulmasına sebep olurken bir yandan da çok şeyin yapımını sağlıyordu. Hatta belki de bu yönleriyle gerçek hayatlarımıza daha çok yaklaşıyorlardı. Çünkü bu iki filmde de karakterler mükemmel insanlar değillerdi, savaşta saf değiştirmek ya da "karşı" kültüre saygı göstermek bugüne değin bize dayatılan türlü sebeplerden dolayı bize uzak gelirken, aşklar gerçek hayata çok yakın bir yerlerden geliyordu.
Her iki film de bize hayat değil ama savaş panoraması sunuyor ve bunu kendi içlerinde son derece tutarlı yapıyorlardı. Manzara ve görüntü desteğiyle ve nadiren gördüğümüz kahraman olmayan ancak gözümüzde o bizim kahramanımız diyeceğimiz akıllı karakterleriyle de farklı bir yere oturuyorlar.
İşte Çayhane de asker Glenn Ford her ne kadar kendini rehavete kaptırmış gibi bir karakter çizse de esasında akıllı bir adam. Kendisi gidince asla uygulanmayacağını bildiği yenilikleri dikta etmekle vakit kaybedeceğine alttan alta uygulanabileceklerle var olanları harmanlıyor ve bunu öylesine hoş bir şekilde yapıyor ki halk da onu sevip destek veriyor. Elbette bozguncu Amerikan ordusu bu durumdan nefret ediyor ve hemen despot birini yolluyor oraya. Sessiz ve mağlubiyet gibi görünecek bir galibiyetten olduklarını ise asla anlayamıyorlar.
Bulunduğu kültüre ayak uyduran, hem o toplumu hem de kendini ortak paydada buluşturan filmler arasında Kurtlarla Dans'ı da sayabiliriz. Bu filmdeki karakter işi bir adım öteye götürüp saf değiştiriyordu, ama asla kendi kültürünü de yok saymıyordu. Saygı duyduğu yeni kültürü var olanla birleştirip çıtayı yükseltip akıllı hamleler yapıyordu. Savaşın daha net olduğu ve daha uzun bir filmdi ve karakterin görevine teslim olmaması ile bahsettiğimiz diğer filmden ayrılıyordu.
Her iki filmin temel bozgunu diğer kültüre olan merak ve aşktı. Karakterlerimizin yaptıkları araştırmalarda birinde Japon diğerinde Kızılderili kültürünün değişikliği onları ele geçirirken, Amerikan tekdüze bakış açısı onların bu meraklarının peşinden gitmelerine engel oluyordu. Amerikalılara göre -filmde tabii- askerler verilen görev dışında hiçbir şey yapmamalı, yaptıkları Amerikalılara ve orduya yarayacak bile olsa emri dışına çıkmamalılardı. "Çıkıntılık" yapan asker karşı taraftan sayılırdı.
Aşk ise her iki filmde de hem önemli bir konu hem de değil, aşklar çok şeyin bozulmasına sebep olurken bir yandan da çok şeyin yapımını sağlıyordu. Hatta belki de bu yönleriyle gerçek hayatlarımıza daha çok yaklaşıyorlardı. Çünkü bu iki filmde de karakterler mükemmel insanlar değillerdi, savaşta saf değiştirmek ya da "karşı" kültüre saygı göstermek bugüne değin bize dayatılan türlü sebeplerden dolayı bize uzak gelirken, aşklar gerçek hayata çok yakın bir yerlerden geliyordu.
Her iki film de bize hayat değil ama savaş panoraması sunuyor ve bunu kendi içlerinde son derece tutarlı yapıyorlardı. Manzara ve görüntü desteğiyle ve nadiren gördüğümüz kahraman olmayan ancak gözümüzde o bizim kahramanımız diyeceğimiz akıllı karakterleriyle de farklı bir yere oturuyorlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)