1 Mart 2009 Pazar

Çayhane vs Kurtlarla Dans

Ne Marlon Brando'nun Japon hali ne de Glenn Ford'un keyifli oyunu, Çayhane filmini benim için esas unutulmaz ve özel kılan samimiyeti ve gerçekçiliğiydi. Kimilerine göre çok uçuk gelebilecek bu hikaye aslında pek çok filmde karşımıza çıkan bulunduğu yere adapte olmak, oradakileri kendine benzetmeye çalışırken onlardan biri olmak üzerine kurulu. Bu öyküde adapte olan Amerikan askeri, olunan kültür ve halk da Japonlar olunca hadi canım deyip gülümsüyoruz, ama bir o kadar da hoşumuza gidiyor. Savaşın ve kültür değişiminin illa ki gerekli olmadığını, Amerikan kültürünün de her zaman üstün olmadığını, dolayısıyla akıllı kişilerin var olan güzelliği bozmak yerine mümkünse geliştirmeyi, geliştirirken kendini de ilerletmeyi seçtiği karakterleri barındıran filmler, buna biraz da espri katıyorlarsa çok keyifli olabiliyorlar.

İşte Çayhane de asker Glenn Ford her ne kadar kendini rehavete kaptırmış gibi bir karakter çizse de esasında akıllı bir adam. Kendisi gidince asla uygulanmayacağını bildiği yenilikleri dikta etmekle vakit kaybedeceğine alttan alta uygulanabileceklerle var olanları harmanlıyor ve bunu öylesine hoş bir şekilde yapıyor ki halk da onu sevip destek veriyor. Elbette bozguncu Amerikan ordusu bu durumdan nefret ediyor ve hemen despot birini yolluyor oraya. Sessiz ve mağlubiyet gibi görünecek bir galibiyetten olduklarını ise asla anlayamıyorlar.

Bulunduğu kültüre ayak uyduran, hem o toplumu hem de kendini ortak paydada buluşturan filmler arasında Kurtlarla Dans'ı da sayabiliriz. Bu filmdeki karakter işi bir adım öteye götürüp saf değiştiriyordu, ama asla kendi kültürünü de yok saymıyordu. Saygı duyduğu yeni kültürü var olanla birleştirip çıtayı yükseltip akıllı hamleler yapıyordu. Savaşın daha net olduğu ve daha uzun bir filmdi ve karakterin görevine teslim olmaması ile bahsettiğimiz diğer filmden ayrılıyordu.

Her iki filmin temel bozgunu diğer kültüre olan merak ve aşktı. Karakterlerimizin yaptıkları araştırmalarda birinde Japon diğerinde Kızılderili kültürünün değişikliği onları ele geçirirken, Amerikan tekdüze bakış açısı onların bu meraklarının peşinden gitmelerine engel oluyordu. Amerikalılara göre -filmde tabii- askerler verilen görev dışında hiçbir şey yapmamalı, yaptıkları Amerikalılara ve orduya yarayacak bile olsa emri dışına çıkmamalılardı. "Çıkıntılık" yapan asker karşı taraftan sayılırdı.


Aşk ise her iki filmde de hem önemli bir konu hem de değil, aşklar çok şeyin bozulmasına sebep olurken bir yandan da çok şeyin yapımını sağlıyordu. Hatta belki de bu yönleriyle gerçek hayatlarımıza daha çok yaklaşıyorlardı. Çünkü bu iki filmde de karakterler mükemmel insanlar değillerdi, savaşta saf değiştirmek ya da "karşı" kültüre saygı göstermek bugüne değin bize dayatılan türlü sebeplerden dolayı bize uzak gelirken, aşklar gerçek hayata çok yakın bir yerlerden geliyordu.

Her iki film de bize hayat değil ama savaş panoraması sunuyor ve bunu kendi içlerinde son derece tutarlı yapıyorlardı. Manzara ve görüntü desteğiyle ve nadiren gördüğümüz kahraman olmayan ancak gözümüzde o bizim kahramanımız diyeceğimiz akıllı karakterleriyle de farklı bir yere oturuyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder