29 Aralık 2010 Çarşamba

Ryan Gosling No.2: The Notebook

Umutsuz bir romantik film bağımlısıyım diye sanırım 10 kere filan yazdım. Ama bu film için bağımlı olun olmayın ne olur görün diye reklam bile yaparım.

Çok izlenen bir film olduğundan konusunu biraz es geçip -yine- hissettirdiklerinden gideceğim sanırım. Yıllara dağılan bir aşk/bağlılık hikayesi. Belki sadece filmlerde olabilecek cinsinden, tam da hayallerimizi süsleyen cinsinden. Kadın gözüyle hayallerin bile ötesinde bir aşk, yıllara meydan okuyan, tutkulu, mutlu ve duygu dolu...

Yine bir yaz aşkı gibi başlayan ve kopamayan bir çift söz konusu. Bu sefer çiftimiz genç ve deli dolu, önlerindeki engel ise zengin kızın fakir oğlana karşı duran ailesi.

Filmde öyle tatlı laflar var ki, hakikaten yaa diyorsunuz bazen. Keşke diyorsunuz bir kısmında, keşke benim de başıma böyle büyük bir aşk gelse, keşke çekeceğim acı böyle sonuçlansa. Keşke çılgınlıklarımız böylesi sevimli olsa, keşke unutmayacağım ve beni unutmayacağını bildiğim biri hep var olsa. Yanımda olmasa da hep aklımda olsa. Keşke yıllar sonra sırf onu görmek için kilometreleri tüketsem, bundan zerre pişmanlık duymasam, onun da aynı şeyi yapacağını bilsem. Keşke yıllar sonra onu gördüğümde ilk andaki heyecanım aynı şekilde geri gelse... 


Öyle sevimli laflar var ki... Aşk halinin annesi tarafından anlaşılmadığında mesela kız "Ben seni gülerken görmüyorum, dokunurken, kahkaha atarken, oysa biz onunla bunları paylaşıyoruz" diyor... Basit ama annenin aklını başına getiren cinsten. Ha dalavereci anne huyundan sırf bu sözler yüzünden vazgeçmiyor olabilir ama yine de bir anda içinde bi'şeyleri erittiğini de belli ediyor.

Filmin en tatlı yanlarından biri oğlanın -canım- kızın onu yeniden bulması için kendileri için özel olan o evi satın alıp, allaması pullaması ve satılığa çıkarıp bir türlü satmaması... Bunun sonucunda gazetelere çıkması... Bunun sonucunda kızın o makaleyi görüp atlayıp oraya gitmesi... "Buraya öylesine gelmedim, öyle geçereken uğradım filan sanma yani... Gazeteyi gördüm ve seni görmeye geldim. Yani öylesine sanma sakın" demesi... Zaten karakterlerin bu ilişki için olan cesaretleri ayrı bir hayranlık uyandıran cinsinden. Sonrasında oğlanla kızın klasik kavga edişleri ve buluşmaları... 
 
Devamlı kavga etmeleri de sevimli bir ayrıntı. Kızın gitmesinden evvel oğlan bunu süper özetliyor mesela. "Biz buyuz, kavga ederiz, bağırırız, çağırırız. Sen bana nasıl pislik biri olduğumu söylersin, ben senin dırdırından şikayet ederim. Sonra barışırız..."

Laflar tam böyle olmayabilir, ama aklımda kalan versiyonuyla yazmayı seçtim. Dedim ya, bende uyandırdığı duygular yönünde yazıyorum. Belki çok daha başka şeyler dediler, zaman ve mekanları karıştırdım ama seyirci olarak kafamda bu filmi yeniden kurgulamış ve lafları anlayacağım şekilde çarpıtmış olabilirim. Her haliyle sevmeme engel değil...

Yaşlılık halleri ayrı bir yazının konusu olur... Peki ya filmin gizem yanını yaşlılığa yıkmaları takdir konusu değil de nedir?

28 Aralık 2010 Salı

LDR: Seni Uzaktan Sevmek

Uzak mesafe ilişkilerine -kendisine LDR dendiği de olur- acıklı bir bakış bu film. Esasında kötü değil sadece acıklı. Çevremde tam 3 tane bu şekilde ilişki sürdüren var, ve sanırım filmin tamamını onlarla karşılaştırarak izledim. İşin ilginç yani ayrıyken verdikleri tepkiler üç aşağı beş yukarı aynı. Sözün özü muhtemelen bu filmi çeken kişi gerçekten bir LDR yaşamış ve bundan epey çekmiş.
Filmin başında bir yaz aşkı geyiği dönüyor. 30larına gelmiş karakterlerimiz yaz aşkı için yaşlı gibi görünseler de ailelerinin yazlıklarında tatil yapan insanlar değil de New York'ta staj yapan kız ve orada çalışan oğlan olunca biraz mantığa bürünmüş. Konu da bir atari oyunuyla şekillendiği için aslında şu lise yaz aşklarına da bir gönderme var.

6 haftalık bir süreleri olduğunu ikisi de biliyor. Kız gideceğini, oğlan da ciddi bir ilişki istemediğini en başından belirtiyorlar. Sonra bu ikili 6 hafta boyunca çok eğleniyorlar falan filan. Buraları hikaye.
Sonra ayrılık vakti geliyor ve kızın aralarında epeyce bir saat ve mesafe farkı olan Şikago'ya dönmesi gerekiyor. Bir anda aydınlanan oğlanımız kızı bırakmak istemediğini ve dahası onu esasında sevdiğini anlıyor, ilişkiye bir şekilde devam kararı alıyorlar.  

1.Evre: Aramızda Mesafe Yok Canııııııım
Oğlan yerinde kalıp kız evine döndükten sonrasının başları bol telefon muhabbetleriyle, skypelerle sürüyor. İlk bir kaç ay bu sorun teşkil etmiyor, özlediklerinde uçağa atlayıp gidiyorlar, mesafe yokmuş gibi davranmaya çalışıyorlar. Ortada var olan sevgi iki tarafa da yetiyor ve sorunlar göz ardı ediliyor. 

2.Evre: Biletler De Pahalı, Yer De Yok, Çok Da Özledim Ama...
Noel zamanı olduğundan bilet bulamıyor ve ilk gerçek görüşememe hali baş gösteriyor. Noel'i internet üzerinden senkronize hediye açma merasimiyle sanki yanındaymışçasına kutluyorlar. Herşeye rağmen ortadaki sevgi yetiyor. Ah bi de yanımda olsa ruh hali temelinde yine de iyi ki var şeklinde mutluluğa devam ediliyor.

3.Evre: Yoksun İşte!
Hayatlarındaki her detayı birbirlerine anlat-a-madıklarını fark ediyorlar. Karakterler 20li değil 30lu yaşlarında olduklarından iş güç sahibi/olmaya çalışan insanlar. Kızın iş görüşmelerinden oğlanın haberi yok, oğlanın Şikago'ya gitme planlarından da kızın haberi yok. İkisi de "tüm fedakarlığı neden benden bekliyorsun?" noktasına geldiklerinde iki tarafın da kendince özveride olduklarını anlıyorlar, sevgi yine de bir nebze ortamı yumuşatıyor -Zaten filmin en güzel yanlarından biri sevgiden asla şüphe edilmemesi-. Kız oğlanın yanına geldiğinde şahane bir iş bulduğunu, amma velakin işin Şikago'da olduğunu söylemesiyle 4.Evre'ye geçiliyor.

4.Evre: Seni Seviyorum Ama...
Bu evrede kız da oğlan da artık çok yorulduklarını, 3 ayda bir görüşerek ilişki olmayacağını, henüz böylesi bir bağlılığa da tam hazır olup olmadıklarını bilmediklerini karşılıklı onaylıyorlar. Çocukça değil, son derece gerçekçi. Kızın New York'a gitmesi tüm kariyerini başlamadan bitirmesi gerek demek. Çok yetenekli bir yazar olmasına rağmen New York'taki gazetelerde iş bulamıyor. Garsonluğa talim etmekten de yorulmuş çünkü bunu zaten daha önce yapmış. Hayatını ertelemiş kendi deyimiyle, ve bunu en baştan yaşamak istemiyor. İleride ayrılırlarsa hayata 40 yaşında sıfırdan başlamak istemiyor. Oğlan işinden nefret de etse o da kızla aynı durumda. Şikago'da hiçbir plak şirketi kendisine iş vermemekte, kurulu düzenini iş bulmadan gidecek kadar riske atmak istemiyor. Birikmiş bir parası, zengin bir ailesi yok. Sadece aşk için körlemesine gidemeyecek kadar mantıklı.

Her iki taraf da birbirini çok da sevse birbirlerinin hayatlarını bozmaya gönüllü değiller. İleride bunların sorun çıkaracağının bilincindeler. Her ne kadar şimdi "senin için herşeyi yaparım" noktasında olsalar da, ileride bir kırgınlık anında "ama ben senin için hayatımı değiştirdim" lafını duymak istemiyorlar.

Tüm bunların mantıkla imtihanı sonucunda ayrılık kararı geliyor. Hiçbir kavga olmadan, sessiz ve sakince. Hatta dilim varmıyor ama olgunca. Severek ayrılanlar...

5.Evre: Ah O Özlemek Var Ya!
İşte severek ayrılmanın en pis yanıyla yüzleştikleri an. Her an özlüyorlar ve birbirleri hakkında bir tek kötü söz edemiyorlar. Bir nevi elleri kolları bağlı hayatlarına devam ediyorlar. Esasında hayatlarına devam etmiyorlar, sadece iş hayatlarına devam ediyorlar. İkisi de kimse bak-a-mıyor bu süre içinde, içlerinde hala o heyecan var, ve sanki aldatacaklarmış gibi geliyor ikisine de. İşte o noktada artık ayrılığın bir anlamı olmadığını fark ediyor oğlan, hayatını hem de istediği yönde değiştiriyor. Sefil olmadan, karşı tarafı asla suçlayamayacağı bir şekilde. İşini değişitirip kızın olduğu yere bir nevi bilinçaltıyla akarak... Korkusuzca da kızın karşısına çıkıyor, ve elbette bir romantik komediden beklenen usulde sonlanarak.

Her ne kadar Drew Barrymore bu film için yaşlı kalmış gibi görünse de, film oldukça gerçekçi. Komedi kısmıyla boğmasalarmış epey güzel bile diyebilirmişiz. Hem de çevremdekilerin -ve kendimin- eski/yeni LDR hadiseleriyle karşılaştırınca filmi daha bir çok sevdim. MSN başında sabahlamalar, telefona her üç dakikada bir bakmalar, aklının hep başka bir şehirde olması filan... Çok gerçekçi çoook... İşin tuhafı şu LDR dene hadisenin tüm o zorluk ve sorunlarının yanında çok da keyifli bi'şey olması. İnsan ne enteresan bi varlık yahu.

30 Ekim 2010 Cumartesi

Ryan Gosling No.1: Half Nelson

Şu filme şimdiye dek yazmadığıma inanamıyorum. Yaklaşık 3 sene önce izlediğim bu filme ne kadar şaşırdığım hala aklımda ve sırf yazabilmek -ve tabii ki gözlerimi de şenlendirmek- için tekrar izledim. Hala şaşırıyorum ve mutlu oluyorum, halbuki bu film depresif değil mi?

Esasında hem çok uzun yazmak istiyorum hem de hakkında konuşmamak ve herkesi merakta bırakıp izlettirmek izliyorum. O kadar yetenekli olmadığımdan birinci yoldan gideyim.

Filmin adı Kafakol anlamında. Kendi kendini kafakola alan bir adamı anlatıyor esasında. Adamımız Dan yenilikçi bir tarih hocası, sadece bir öğrencinin hayatını bile değiştirse çok büyük bir değişim olduğuna inancı tam. Hayatını da bu yönde sürdürüyor, küçük bir mahallede bir devlet okulunda öğrencilerini araştırmaya ve düşünmeye sevk ediyor. Bu kısmı bütün film boyu git/gel şeklinde görüyoruz.

Öğrencilerden birinin ağabeyi uyuşturucu satmaktan içeride. Kızın da geleceği bu yönde gibi görünmekte. Sert görünümlü ve kendince kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bu kızın umudu uyuşturulmuş hallerinde baskın basanın yaptığı hocası. Aralarında bir nevi sırra dayalı dostluk gelişiyor.

Filmin en enteresan kısmı hocanın bu alemlere dalmasında kendince bir sorun görmemesi. Derslerini aksatmıyor ama gitgide uyuşma miktarı artıyor. Anlattıkları saçmalaşmıyor ama hayatı saçmalaşıyor. Kendisinin dahi kendisinden beklemeyeceği hatalar yapıyor, film bir noktada kopuyor. Koptuğu noktayı da ailenin alkol tüketimiyle vermeleri filmde biraz sırıtmış esasında. Sebeplerini bilmesek daha bi şahane olabilirmiş belki de.
Kopmamasını o ana kadar sağlayan şey kızı koruma isteği. Kendisinin ne olduğunun farkında olan adam kendiyle çeliştiğinin de bilincinde ama buna rağmen kendi torbacısına terslenmekten, kızı korumaya çalışmaktan geri durmuyor. Ne zaman ki torbacısı el değiştiriyor, kızın adamı kurtarma vakti geldiği anlaşılıyor ve o bıddırık boyuyla alemlere girip adamı bu hayattan çekip almaya çalışıyor.
İlişkilerin son derece dürüst ve naif olduğu film tan bir bağımsız film tekniğiyle çekilmiş. Kamera zaman zaman omuzda ve devamlı hareket halinde, zaman zaman yerinden kıpırdamıyor ve hareketleri kafamızda kurgulamamızı sağlıyor.

İki ufak videoyla bitirelim yazıyı. Birincisi adamın hayata bakış açısı, ikincisi ise adamın kızı kurtarma çabalarındayken daha da batması....
Isabel: Sen komünist misin?
Dan: Ne?
Isabel: Kitaplarına bir göz attım. "Che Afrika'da"?
Dan: Eee?
Isabel: "Komünist Manifesto"?
Dan: "Kavgam"ın bir baskısını bulsan, bu beni Nazi mi yapardı?
Isabel: Bu var ya, harika bir şey. Çok lezzetli.
Dan: Asıl sıcakken yiyeceksin.
Isabel: "Kavgam"ın bir baskısı sende yok ama olsa evet. Sana Nazi olup olmadığını sorardım.
Dan: Belki de saklıyorumdur.
Isabel: Neden saklayasın ki?
Dan: Çünkü artık bir Nazi olmanın fiyakası kalmadı tatlım.


Torbacı: Ne var ne yok Hocam? Tazatlar nasıl gidiyor?
Dan: Tezatlar! Konuşabilir miyiz?
Torbacı: Hayırdır?
Dan: Tamam bak şimdi. Şu an seninle bu konuşmayı yapan kişi olmak benim de hoşuma gitmiyor. Drey'den uzak durmanı istiyorum.
Torbacı: Anlamadım?
Dan: Beni duydun. Bana bir kıyak yap. Tamam mı? Lütfen.
Torbacı: Sana bir kıyak mı yapayım?
Dan: Ne dediğimi biliyorsun. Beni gayet iyi anladın.
Torbacı: Ne yani bu "Ondan uzak dur, o benim için çok değerli" muhabbeti mi?
Dan: Ben dalga geçmiyorum.
Torbacı: Farkındayım.
Dan: Anlaştık mı o halde?
Torbacı: Bak dostum. Drey benim yakınım. Benim arkadaşım o. Tüm bu hergeleler de benim dostum. Sen de benim dostum olmak ister misin?
Dan: Bu da ne böyle? Şirinler konseyi mi?
Torbacı: Şirinler konseyi mi?
Dan: Sen beni dinliyor musun be adam?
Torbacı: Neden bu kadar sinirlisin ki dostum?
Dan: Çünkü beni dinlemiyorsun!
Torbacı: İşte buradayım, neden bahsettiğini söyle!
Dan: Sana iyi bir şey yapmanı söylüyorum. İyi bir şey yapabilir misin?
Torbacı: İşte şimdi meselenin özüne geldik. Beyazların yaptığı doğrudur, öyle mi? Yani...
Dan: Bununla hiç ilgisi yok!
Torbacı: Hayır, hayır, Drey'in senin gibi birine sahip olması çok güzel Bay Siktiğim Örnek Vatandaşı!
Dan: Bilmiyorum! Bilmiyorum! Sikeyim. Bir şey yapmam gerektiği için bu böyle, tamam mı? Ama ne yapmam gerekiyor?
Torbacı: Bak dostum... İçecek bi'şeyler ister misin?
Dan: Ne?
Torbacı: Bir şey içmek ister misin diyorum? Susadın mı? Ne dersin?
Dan: Tamam.
Torbacı: Şeker ister misin? Dostum o kediye dokunma! Millet, bu Dan Hoca. Bunlar bizim tayfa. Mike'ın küçük kardeşi - Drey'in öğretmeni.

Jim Sheridan: Brothers

Jim Sheridan yine canımıza okudu. Bu adamın sakin sakin giydirmesi beni bitiriyor. Şimdiye kadar hiç bir ana karakterinin öyle yaygara koparmayan tipler olmasına ne demeli peki? Belki In The Name of the Father'ı birazcık ayrı tutabiliriz ama onda da esas mücadeleyi başlatan ve ilk evresini yürüten baba karakteri bu sınıfa girer herhalde.

Geceyarısı aşkın daha ağır basacağını düşünerek koyduk bu filmi. Savaşa giden mutlu eş/baba kaza geçirir ve ölür. Eş de kardeşle bir takım duygusal ilişkiler içine girer, sonra öldü sanılan eş/baba geri gelir, aşkentrikaihtiras üçgeninde film sürer... Ama film Jim Sheridan filmi olduğunu hesaba katmamıştım, büyük akılsızlık.

Yukarıda geçtiği şekilde son derece basit ve tatsız olabilecek bu filmi almış, son derece vurucu ve iç burucu bir hale getirmiş. İrlanda yerine In America gibisine yine Amerika'dayız, ama konunun merkezi bu kez İrlandalılar değil. Amerikan bir ailenin çok da Amerikan filmlerinde görmediğimiz şekilde -bir nevi İrlandavari hatta- aile bağlarını görüyoruz.
Sevilen eş/baba Sam rolü Tobey Maguire'a verilmiş -Kendisine önyargılarımdan olabilir ama tam da olmamış sanki. Daha doğrusu karşısındaki oyuncular bu kadar iyi olmasalar şahane olmuş diyebilirmişiz de onların arasında azıcık tutuk kalmış gibi.- Son derece sevilen ve seven bir karakter, dürüst ve cesur. Vatanını çok seven ve uğruna Afganistan'a gidebilecek sıkı bir asker. Gitmeden önce hırsız kardeşini -güzel insan Jack Gylenhaal- hapisten çıkarıp sahipleniyor, evinin kapılarını açıyor. Kardeşin babayla arası felaket zira. Askerimiz savaşta esir düşüyor, ama eve öldü haberi geliyor. Herkes yavaş bir toparlanma süresinden sonra hayatına devam noktasına geldiğinde adam görünümde iyi, duygusal olarak enkaz halinde eve geliyor.
Bu kayıp süreci o kadar vurucu vermiş ki yönetmenimiz, etkilenmemek zor. Her iki tarafı paralel halde veriyor, ve birindeki rahatlık ortamı diğerinin rahatsız ediciliğini daha da arttırmış. Görüntüler değil rahatsız eden, öyle kanlı canlı sahnelerden bahsetmiyorum, herşey insanlık çerçevesinde. Bütün duygusallık ve rahatsızlık hep insan boyunda. Ağır işkencelerden bir anda çocuklarıyla mutlu mesut buz pateni yapan eş Grace -O nasıl bir varlıktır ön adlı Natalie Portman- ve onların toparlanma sürecinin katalizörü amca Tommy'ye dönüyor sahne. -Buraya bir dip not düşeceğim, bu kadının zerafeti beni öldürüyor, o kadar güzel ve zarif ki kıskanamıyorum bile, elimde sadece oyunculuğunu sevmek ve saygı duymak kalıyor, bu da sinirimi daha çok bozuyor, kıskanıp nefret bile edemiyorum kendisinden-
Kardeş Tommy son derece sorumsuz bir tip. Ama büyük kayıpların insanları nasıl değiştireceğini bilemiyoruz mantığıyla ağabeyin ölümünden sonra aileye sahip çıkmak, aslında sahip çıkmak demeyelim, aileyi yeniden hayata döndürmek rolünü üstleniyor. Mutfak bir sembol olmuş filmde, onu yenilerken bütün ailenin karamsarlığı da gidiveriyor. Çocuklar zaten çok görmedikleri babalarının yerine amcalarını oturtmaktan çekinmiyorlar. Grace ile Tommy arasındaki yakınlaşma eş/babanın dönmesiyle son buluyor.
İşte bundan sonrası filmde bambaşka bir pencere açıyor. Kendi suçluluk duygusu -sebebini yazarsak tadı kaçar- ile başedebilmek için yerine kıskançlığı oturtan Sam günden güne suçluluğun ağır basmasıyla zıvanadan çıkıyor ve zaten garip gelen sakinliği yerini histerik bir hale bırakıyor. Fakat en çok şapka çıkarttığım nokta tüm karakterlerin aile bağına verdikleri önem, kendi duygularını hiçe sayabilmeleri. Amca Tommy bir anda denklemden çıkıvermekte bir mahsur görmüyor, içinde fırtınalar kopuyor olması ailesini önde tutmasını geçmiyor. Sonu ise tam bir tahmin edilemezlik, oysa ne tatsız sonlar kurgulamıştım, hiç biri de filme yakışmamıştı.

Bir aile dramı diyebiliriz aslında, savaşın etkilediği bir aile. Savaşın her türlüsüne karşı olduğunu bildiğimiz Jim Sheridan etik/acı/etki sorgulamadığı hiçbir şey bırakmadan herşeye kendi tadında dokunmuş, ve ortaya bu az bağıran, sakinliğiyle burkan film çıkmış. Neredeyse tüm filmlerini izlediğim yönetmen, her seferinde beni bozguna uğratmaktan çekinmiyor ve her seferinde kendisine daha çok bağlanmama sebep oluyor.

28 Ekim 2010 Perşembe

BeŞ Şehİr

Onur Ünlü gözümde hayalini bile kuramayacağım filmlerin yönetmeni. Polis görece zor bir filmdi belki ama mavra filmi Güneş'in Oğlu fikri çılgın, kurgusu daha çılgın bir filmdi. Bu hesapla ve zihnimde yarattığım resme göre Beş Şehir hem çılgın hem de yerinde bir komiklikte olmalıydı. Yanıldığım filmin daha ilk hikayesinde gözüme sokuldu, hem de ne kadar güzel bir şekilde.

Kısa hikayeciklerin birbirleriyle kesişme/çarpışma yaptığı filmleri zaten seviyorum ve saygım sonsuz. Ama bu kurgu Onur Ünlü'den gelince daha mı kayırıyorum ne? Film takip edenleri anlatıyor, uzaktan aşıkları, arkadan gelenleri, hayata tutunmak istemeyenleri, hastaları, çevresi hastaları....

Filmin adı Beş Şehir ama beş insan'ı anlatıyor daha ziyade. Sütten çıkma ak kaşık olmayan karakterlerimizin her biri bir şekilde katil. Kendinin katili ya da hayallerin katili gibi romantik hallerin yanında basbayağı da katiller. Ve hepsi mahkum aynı zamanda, mecazen mahkum, ölüme mahkum. Bu kısmı biraz konu aktıkça karşımıza çıkan bir durum, her iki kişiden birisi kanser filmde. Belki de en az birisi demek daha doğru olur.
Aydın isimli polisin hikayesiyle açılıyor film, ve Tansu Biçer'in şahanelikte bir oyunculuğu ile Aydın'dan bütün film boyu nefret ediyoruz. Amacı nefret edilmek olan bu karakter filmin en büyük kozu belki de. Kesişmelerin ortak noktası ve yettin beeee diye bağırıp çağırma isteği yaratan yegane kişi.
İkinci hikayemiz Osman. Kendisi henüz 10lu yaşlarında bir kötü tohum, ya da platonik aşık. Hangisini seçeceğiniz size bırakılmış. Ege Tanman'ın o sevimli yüzü bu rolde öyle bir zıtlık yaratmış ki bu tür rollerin genelde "kötü bak evladıııım" çocuklarına verildiğini düşünüce bu noktaya da ayrı bir şapka çıkartıyorum. İnanılmaz bir aşık, yaşı bir yana aşk uğruna neler yapılabilir olayının yılmaz temsilcisi, hem de 10lu yaşlarının başında. Ailesini -ve kendini- hiçe sayan, hasta, romantik ve usanmayan bir karakter. Usanmamak uğruna yapabilecekleri ise akıllara seza.
Üçüncü hikaye -ki zannımca en garibi, uçuğu ve haliyle en çekicisi- Şevket ve Kedi arasındaki diyaloglar. Şevket Romeo ve yoldan geçen bir kıza ilan-ı aşk edecek kadar da cesur bir şair. Felsefik konuşmalarının karşı cephesi ise akıllı ötesi Kedi. Kedi bir nevi Donnie Darko'nun tavşanı. Diyalogların vuruculuğu ise kedinin konuşurken kedi olduğunu devamlı yinelemesi. Lafı edip "e ben kediyiiim" şeklindeki şahane kaçışları. Şebnem Sönmez ve Ahmet Rıfat Şungar'ın kesişmesi ise Beste Bereket'in Dilek'ine oluyor. "Şiir okumadığın belli senin, aşık adam sınanmaz" gibi bir çok filmde beylik kalabilecek laflar bu filmde son derec naif. 3 ayrı tonda edilen "İsmim Şevket" ve "Yunus büyük şair be" lafları karakterin yanaklarını sıkma isteği yaratıyor.
Dördüncü hikaye Dilek'in babası Öğretmen Tevfik. Zaten Bülent Emin Yarar'ı pek bi' seviyoruz, bir nevi fetiş oyuncu haline geldi neredeyse. Bu karakter kendinden yaralı tek karakter. İyi bir işi, özlediği karısı ve kızı, bir de muhtemelen sevdiği yeni karısı var. Öğrencileriyle arası iyi, herkesten saygı gören tek karakter. Buna rağmen ağır kayıplar içerisinde, ve konulduğu konumdan rahatsız. Rahatsızığını en hissettirmeden yok eden karakter de sanıyorum buydu.
Kızı Dilek ise hikayenin son karakteri. Beste Bereket'in -kendisi nefret edermiş böyle anılmaktan ama- sevimliliği karakterin sertliğiyle taban tabana zıt ve bir o kadar uyumlu. Sonundaki saçmalığı bile yok eden bir hikayesi var, ve Şair ile Kedi'nin kesiştiği, kesişerek mutlu ettiği kişi. Dünyanın en büyük sorununun kendinde olduğuna inanıyor. Şair'in sorunlarını küçük görüyor ve o da bi'şey mi diyor, ancak lafının sonunu getirmeyecek derecede de acımasız. Bir o kadar da kırılgan ve hassas bir hali var, ki biz bunların hepsinin sebebini sonradan öğreniyoruz.
Silah olayına vurgu sanki Güneş'in Oğlu'na bir tür gönderme gibi... Polis göndermesi ise gayet açıktan yapılmakta...Öyle acıklı ve bir o kadar da umutsuz bir film ki o mavra hali beklerken iyice karamsarlığa kapılıyorsunuz, ama bu filme kötü bir yan kazandırmaktan ziyade herşeyiyle artıya dönüşüyor. Belki benim bakış açım ama Onur Ünlü'nin iyi bir hikayeci olduğunu yine ve yeniden düşünüp duruyorum film boyunca. Masallar anlatan adam yerine geçti benim için.

27 Ekim 2010 Çarşamba

İçinden Müzik Geçen Filmler No.4: Little Voice

-21/08/2008 tarihli yazıdan güncelleme-
Yıl 1998 ya da 1999. Sinemaya gitmeye kararlıyız. Filmimiz Urban Legends. Bir şekilde 5 dakika kadar gecikiyoruz ve film daha reklamlarda. O esnada bu filmin afişini görüyoruz ve boşver ya hadi Little Voice'ı deneyelim diyoruz. Film hakkında hiç bir bilgimiz yok ve neyle karşılacağımıza dair en ufacık bir fikrimiz de... Film bittikten sonra öylesine mutluluk doluyuz ki, diğer filme gitmemiş olmaktan gurur duyuyoruz. Urban Legends'ı da hala izleyebilmiş değilim, her gördüğümde aklımın bu şahane filme akıyor olmasından muhtemelen...

Türkçe'ye Yıldızların Sesi diye çevrilmiş bir film bu, çok da mantıklı ve film hakkında şahane ipucu veren bir çeviri. Filmi bu kategoriye koyan ise içinde müziğe verdiği önemin yanısıra müziğin bu karaktere verdiği önem. Müzik olmadan herşeyi reddeden kızımızın dünya ile -ya da öte dünya ile- tek bağlantısı o şahane sesler ve dönem şarkıları. Hayata tek tutunma noktası babasına yaptığı şovlarken bu filmi bu kategoriye almazsak I Am Sam'i kayırmış olurmuşuz gibi geldi...


Esas kızımız son derece sessiz, içine kapanık, hatta neredeyse hiç konuşmayıp hiç dışarı çıkmayan biridir. O kadar sessiz konuşur ki konuştuğu anlarda, annesi ona L.V. (Little Voice-Küçük Ses) diye hitap eder ve artık bu isim onun üzerine yapışmıştır, herkes ona böyle demektedir. Ancak kurtadam misali, plaklarının başına geçtiği zaman apayrı bir kimliğe bürünür, dinlediği şarkıcının -ki her zaman eskilerden biridir bu, kimi zaman MM, kimi zaman Judy Garland, vs vs- kimliğine bürünüverir. Ama bunun için de bir koşulu her zaman vardır: babası...

Baba figürü bu filmde çok önemlidir. Kızı inatla sahneye çıkartmaya çalıştıkları bir sahnede açılması için gereken tek şey babasıdır ve bir anda babası karşısında beliverir, siyah beyaz bir şekilde hayalindeki yerini bulur. Gösterisini sadece babası için yapar. Babanın geldiği anda o sessiz, naif kişi gider, şarkılar bulur yerini.


Bu arada bir de kuşçu çocuğumuz -Ewan McGregor- vardır ki kendisi l.v. ye kaptırıvermiştir gönlünü. İki yaralı kişinin birbirine duydukları sevgi kişide saygı uyandırır ve filmi çok sıcak kılar. Çünkü o kadar temiz iki kişidir ki sanki bu dünyaya ait değillermiş gibilerdir. Esasında film o kadar naif ve sakindir ki insan kendini l.v. nin yerine koymakla koymamak arasında bocalar durur.


Müziğin şahane kullanıldığı, filmin müzikal olmaktan uzak ama müziğin bir çeşit başrol olduğu, şahane mi şahane, sakin mi sakin ve dahası bir o kadar da naif ve maalesef göz ardı edilmiş bir filmle karşı karşıyayız kısacası.

24 Ekim 2010 Pazar

İçinden Müzik Geçen Filmler no.3: Un Coeur en Hiver

Şimdi anlatmak istediğim filmin ne tanıtılmaya ne de hakkında yapılan çok güzel yorumların yanında fazladan edilecek iki kelama ihtiyacı var. Yine de her film her insanda farklı tınılar bırakıyor, en kıymetli olanları kaydetmek gerek. Türkçesiyle "Ayazda Bir Yürek" müzik ve duygular hakkında. Hiç şüphesiz içinden müzik geçen filmler kategorisinde, çünkü hayatını müziğe adamış üç insan arasında geçen bir aşk öyküsünü anlatıyor. Benim için kıymetli olmasının sebebi ise sinema dünyası duygular hakkında bu kadar çok basmakalıp tanım koymuşken bu filmde gerçek hayatta yaşanan duyguların belirsizliğini bulmuş olmam.


Müzik üzerine kurgulanan filmlerin ayrı bir sürükleyiciliği oluyor. Müzik duyguları hissettirmek konusunda sinemadan daha yetkin bir dil. Diğer sanatlardan daha içgüdüsel olduğu için kulaklardan başka hiçbir donanım gerekmeksizin her tür müzikten zevk almak mümkün. Herhangi bir sahneye etkileyici bir melodi eşlik ettiği zaman filmin bütün seyri değişiyor. Tabi bizim içinden müzik geçen filmler deyince anladığımız bu türden formüller değil, müziğe gerçek bir rol verilmesi esas tercihimiz.

Ayazda bir Yürek'deki üç ana karakter hayatını farklı şekillerde keman üstüne kurmuş olan insanlar. Onların müzikle olan ilişkileri gerçek kişiliklerini ele veriyor. Stephane ileri düzeyde bir keman tamircisi. Genç yaşta sanatçı olamayacağına ikna olmuş, filmde soğukta kalan kalbin sahibi olan kişi. Maxim onun iş ortağı, teknik işlerden çok iş alma ve ilişkilerden sorumlu, sanatçılarla arkadaşlık eden, sosyal, becerikli, politik bir iş adamı. Camille ise bir keman sanatçısı. Kendini başlarda çok açığa vurmasa da film ilerledikçe duygularını kemana hayat verir gibi dolu dizgin yaşamak istediğini anladığımız tutkulu bir virtüöz.

Film Stephane'ın Maxim'i tanımlamasıyla başlıyor, zaten film boyunca o her zaman gözlemci olarak kalıyor. İkisi çok zıt karakterler olsa da iyi bir iş paylaşımı yapmış, sağlam bir düzen kurmuş insanlar. Birlikte yedikleri bir yemek esnasında Maxim Camille ile beraber olduğunu ve eşinden ayrıldığını anlatıyor. Camille ve Stephane tanıştıkları zaman genç kadın Stephane'dan hemen etkileniyor. Stephane müzikten anlayan, kendisini sürekli geri planda tutan, duyarlı olduğunu hissettiren entelektüel bir adamdır ve her şeyiyle ortada olan Maxim'e göre daha ilginçtir. Camille giderek bu gizemli adama karşı duygular beslemeye başlar. Peki Stephane ona karşı neler hissetmektedir?

Yorumun bundan sonrası izlemeyenler için fazla bilgi barındırıyor.

Film boyunca belki alışkanlıktan olsa gerek Stephane'ın Camille karşısında duygusal olarak çözülmesini bekliyoruz. Hatta ben Maxim aralarından çekildiği zaman rahat bir nefes aldım diyebilirim. Nette okuduğum yorumlarda Stephane'ı Camille'i baştan çıkarıp sonra terketmekle suçlayanlar vardı. Ne var ki Stephane hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değil, film boyunca kendini ele vermemeyi başarıyor. Mesela ilk prova sahnesinde Camille ve Stephane arasında bir elektriklenme olduğunu söyleyebiliriz, en azından Camille bunu böyle algılıyor. Ancak sonraki sahnede Stephane'ın kemanı iyileştirmek için bir fikri olduğunu öğreniyoruz. Muhtemelen Stephane provada Camille'i değil kemanı izliyordu. Camille kendini tamamen duygulara kaptırıyor ve Stephane'ı olduğu gibi göremiyor. Kendini Stephane'ın önüne tüm gücüyle attığı zaman o karşılık vermeyince büyük bir düş kırıklığına uğruyor ve onu kalpsizlikle suçluyor.

Stephane tam bir muamma. Onu ailesini gözlediği anlarda izlediğimiz zaman duyarlı, merhametli, kibar, zeki bir adam olduğunu düşünüyoruz. Bazı yorumlar onun sosyal açıdan yeteneksiz, bu konularda Maxim'e bağımlı olduğunu söylüyor. Ama ben onun duygusal ilişki kuramamaktan çok kurmayı reddettiğini düşünüyorum. Bu önemli bir ayırım. Stephane'ın Helene ile olan ilişkisi de bunu kanıtlıyor gibi. İkisi çok yakın arkadaşlar, ancak bu derece samimiyet kurabilmelerinin nedeni Helene'nin duygusal bir beklentisi olmaması.

Film boyunca karakterler ya konuşuyor, ya da müzik yapıyor ve dinliyorlar. Emmanuelle Béart keman çaldığı sahnelerde çok başarılı, tutkularını hem müzik yaparken hem de diyaloglarda çok güzel hissettiriyor. Stephane'ı hem bu kadar sevip hem de karakterini çözememizin nedeni ise Daniel Auteuil'in ölçülü oyunu olmalı. Müziği seviyor, çok güzel eleştirisini yapabiliyor ama yeteneği olmadığına inandığı için kesinlikle müzik yapmaya kalkışmıyor. Müziği üretebilmek için kuvvetli bir duygusal iç hayat gerekiyor, bu da belli ki Stephane'ın içinde ya olmayan ya da varlığı reddedilen bir dünya.

23 Ekim 2010 Cumartesi

İçinden Müzik Geçen Filmler No.2: Shine

Bu filme o kadar uzun süredir yazmak istiyordum ki... Ama cesaretim yetmiyordu, hala da tam olarak bu filmle ilgili hissettiklerimi yazabileceğime inanmıyorum. Filme müzikal diyebilirsiniz ama bende yarattığı izlenim içinden müziğin geçtiği ve bu müziğin karaktere olan etkisinin gösterildiği bir film olduğu yönünde.

Müziklerin kişileri ne derece etkileyebildiğine, hatta onları nasıl ele geçirdiğine dair inanç eksikliği olan varsa hemen bu filme koşmalı.
Film disiplinli bir babanın yoğun etkisinde büyüye(meye)n birini anlatmakta. Çok disiplinli baba çocuğunun muhteşem ötesi bir piyanist olmasını istiyor. Hiç hata yapmamalı, en ufacık bir nota yanlışlığında hemen onu düzeltmeli ve mükemmel müzisyen olma yolunda hedefinden şaşmamalı. Kısacası bir tür makine olmalı. Ancak babanın hesaba katmadığı bir olgu var: Duygular.
Çocuk başlarda babasını mutlu etmek için elinden geleni yapmakta, rezil olma pahasına mükemmele koşmakta. Ancak filmlerde her fazla mükemmel insanın başına gelen bu çocuğun da başına gelir ve çocukta  da film kopar. Üniversitede müzik bölümünde burslu okurken Rachmaninoff No.3'e sarar (bu da babayla ilgili elbette) ve bu çalınması neredeyse imkansız eserle beraber gerçeklikten de kopmaya başlar.
İlerleyen yaşlarında tanırız biz bu adamı, sarhoş, durmadan konuşan, kelimeleri bir cümle oluşturmayan, kafa hızına ağzının yetişmediği bir adam. O kadar hızlı nota basmaya alışmış parmaklar ve beyin, haliyle düşünce hızını da 2 vites yükseltmiş ancak beden buna uyum sağlayamamakta. Bir kafeye girer ve piyano görür. Herkesin deli olarak gördüğü adam piyanonun başına geçince inanılmaz bir mucize olarak görülmeye başlar ve bir de aşık olur/olunur.
Bir tür iç hesaplaşma filmi aynı zamanda, adamın kendisi ve babasıyla olan bir iç hesaplaşması. Babasının baskısını hayatı boyunca hissetmenin ezikliği ve o deha beyni çatışmakta. Babası yanında olmadığında bile aynı baskı altında olmaktan yorgun düşen bir über-beyin. Geoffrey Rush'ın piyanoyla ilişkisi ve o deli/deha uyumu ise enfes. Filmin sizi içine çekmesi ise 30 saniye sürüyor, sonrası kalan ömrünüz boyunca Rachmaninoff No.3'ü en güzel kim çalar arayışlarıyla geçirmeniz oluyor.

İçinden Müzik Geçen Filmler No.1: I Am Sam

Bıkkınla ortak bir seri yapalım dedik ve içinden müzik geçen ama tam anlamıyla müzikal sayılmayan filmleri irdeleyelim diye bir karara vardık. Sanırım ikimizin müzik zevklerindeki uyum/fark filmlerde işlemiyor ve hemen hemen aynı müzikli filmleri seviyoruz. Söz üstüne söz olayını da -umuyorum- bu seride devam ettirme ihtimalimiz de yüksek.

Beatles ile aramız uzun zamandır iyi, o yüzden ilk film olarak kendi adıma I Am Sam'e yazmaktan geri durmayacağım gibi. Sean Penn'in kimilerine göre abartılı oyunuyla süslü bu filmin ufak kızdan ve Sean Penn'den sonraki, hatta belki de önceki, başrolü Beatles şarkılarına ait.
Zeka yaşı oldukça düşük, hayatını iyi bir baba olmaya adamış bir adamın kızıyla ilişkisi üzerine bir filmden söz ediyoruz. Babanın hayatta tutunduğu dalı kızı, onu kaybetmemek uğruna verdiği mücadele filmin ana teması. Ama kızından bile önce var olan tutkusu Beatles şarkıları. Çocuğunun ismini bile şarkılardan seçiyor. Sanki o şarkılarla arasında bizim tam olarak göremediğimiz ama hissettiğimiz bir bağ var. Her durum ve şarta uygun bir şarkı bulurken, desteğini de yine sözlerden yahut melodilerden alıyor adam. Ama film müzikal olmaktan çok uzak.

Filmi "içinden müzik geçen filmler" kategorisinin baş köşesine oturmasına sebep belki de bu şarkıların ön plana çıkmaksızın filme ve karakterlere verdiği destek. Tamamen müziklere abanmak yerine alt metinden akan müzik ve sözler karakterlere daha bir tutkuyla bağlanma neden sanki. hem de Beatles şarkıları. Bu şarkıların bir insanın hayatına yön verebileceğine inanmak ne kadar uzak bir olguysu benim için. Derin sözleri var elbette ama sanki Beatles benim gözümde daha farklı bir konumdaydı bu filme kadar. Dinlemesi keyifli, sözleri aşk üzerine. Halbuki Sam karakteri için o şarkılar öğretici, kızını yetiştirme yolunu gösteren, hayatının bir tür ışık tutan deniz feneri. Yolunu bulmasını sağlayıcı bir öğe. Kızı için de aynı durum söz konusu. Babasıyla olan derin bağ sanki onun Beatles şarkılarıyla da bir çeşit transını gerçekleştirmiş. Adını aldığı şarkının elmaslarını üzerinde taşıyor sanki çocuk, o pırıltılı zeka Sam'in adını vereceği şarkıyı seçmesini sağlamış sanki: Lucy in the Sky with Diamonds.
Sean Penn'i zaten severim, saygım büyük. Hem muhalifliğine hem çılgınlığına hayranım. Bir de film çekip içine The Beatles sevgisini katınca gözümdeki yeri bambaşka...

22 Ekim 2010 Cuma

Robin vs Robin

Adından mütevellit konumuz Robin Hood filmleri. Sanıyorum şimdiye dek 4,5 tane Robin Hood filmi izledim. Bunlardan ilki Errol Flynn'in oynadığı 1938 tarihli olanıydı. Çok uzun zaman önce gördüğüm için bunu biraz es geçerek yazacağım sanırım. Gayet güzeldi ve Errol Flynn çok yakışıklıydı. Stilize kostümlü ve sonradan Kevin Costner'ın oynadığına esin kaynağı olmuş gibiydi. Dövüş sahneleri eski filmlerin nostaljisini yansıtır tarzda ve izlediğinize asla pişman olmayacağınız şekilde eli yüzü çokça düzgün bir filmdi. (Bu kadar eli yüzü düzgün diğer film için The Vikings ve Spartaküs tabii ki) (Kanlı Kumlu olmayını).
Sonraki örnek gırgır Robin Hood'du. Bütün Robin Hood'larla dalga geçen müzikli danslı ve Hot Shots tadında esprilerle bezeli saçma ama saçmalığıyla eğlendiren bir filmdi. Robin Hood'un ekibi oldukça salak ve garipti. Öyle aman aman olmamakla beraber film kendini seyrettiriyordu.
Şrek'in içinden de geçiyordu Robin Hood. Buçuk olan film de buydu zaten. Filmde ufak bir rolü vardı Robin'in ve gerizekalı yerine konuluyor, prensesten de bi güzel dayak yiyordu. Kendini beğenmişliğiyle çok tatlı bir dalga geçişleri vardı. Esasında karakter olarak kendini beğenmişliğine her filmde ufak da olsa bir vurgu yapılıyor sanırım. Zenginden alıp fakire verirken kendini hiç gizlememesi her filmde aman sen de biraz kibirlisin galiba tadında bir repliği getiriyordu.
Yazının esas konusu ise son derece popülist yaklaşımımla Kevin Hood vs Russel Hood.
Kevin Hood oldukça eğlenceli, yer yer dramatik ama ana konusunda aşk/gurur/bir miktar komedi barındıran bir filmken Russel Hood adının yanlış konulduğunu düşündüğümüz, komediden bir hayli uzak, savaşı bol, konusu bildiğimiz Robin'lere yaklaşmayan ve herşeyin başka yöne aktığı bir film. Zenginden alıp fakire verme kısmını komple es geçip ne de onurlu bir savaşçı olduğu üzerine uzun mu uzun bir yapım.
Kevin Hood'u yıllardır izlemenin alışkanlığı belki de, o tatlı aşk havasını, ne olursa olsun kaybolmayan optimizmi, aile içi çekişmeler olsa bile orman ahalisini ve Alan Rickman'ın kötü adamını öylesine sevmişim ki Russel Hood'a zaten bir miktar mesafeli ve önyargılı başladım. Az bir miktarda espriyle başlayan film ilerleyen kısımlarında oldukça ciddiye bindi. Sevmiyor değilim yanlış anlaşılmasın ama bu filmin adı bu olmamalıymış. İngiltere sarayıyla olan mücadele yerini Fransa ile olan savaşa bırakmış. Leydi desen evli, yerine geçmeler, başkası olmalar, gizliden gizliye aşklar falan beklenen Robin Hood'u herhangi bir eski dönem savaş filmine evriltmiş. Klasik düşüncedeki benim gibi izleyiciler açısından bu artı olmak yerine itici bir unsur olmuş. Russel Crowe buğday tarlaları yerine toprağı okşamalarla filan yer yer Gladyatör'e selam çakarak oynamış. O de ne yakışıklı bir adam bu arada.
Filmde oklu savaş sahneleri çok başarılı, kötü adam ise alışılmadık derecede sinsi... Nerede o ne idüğü belli canımız ciğerimiz Alan rickman, nerede bu çakma Andy Garcia kılıklı kimin arabası gıcırdıyorsa ona binen tip.

Sözün özü bir Robin Hood filmi olarak düşünmezsek film başarısız değil, hatta iyi bile sayılabilir. Ama Robin Hood izleyeceksem Kevin Hood ya da Errol Hood'u tercih ederim, gidip de 3 saatimi alışılmadık bir öykü sunacağız diye kasan Russel Hood'la harcamam. Hırsızlar prensi eyrine onurlu savaşçı seyredeceksem en azından beni adıyla kandırmayan bir film elbet bulunur.

28 Eylül 2010 Salı

Gemi-Yol Filmleri No.4: Leap Year

Saçma bir romantik komedi gözüyle bakılabilir bu filme, hatta komedi diye bakmayıp bu ne gereksiz bir romantik film bile diyebilirsiniz. Oysa çok farklı bir bakış açısıyla izliyorum bu filmi, ve her seferinde -her gemiye gelişimde bir kez izliyorum, adamın aksanına ve İrlanda manzaralarına kurban- yine mantıklı geliyor. Romantik filmlerin çok Polyanna olmalarına uzun yıllardır uyuzum. En azından az biraz mantık arıyorum. İşte bu damarımı iyi besliyor bu film.

Esas kızımız Amerikalı bir kontrol manyağı. Sevgilisi var uzun yıllardır, sevgili doktor ve prototip bir uyuz. Hatta o kadar uyuz ki hani masalların kötü karakterleri gibi, biraz fazlaca karikatürize edilmiş. Kızımız eşya, kalite, marka falan ve filan gibi şeylere düşkün. İkisi de iyi para kazanıyorlar ve löküs bir eve taşınmaya çalışıyorlar. İlişkideki sorun kızın evlenmek istemesi, adamın ise bir türlü böyle bir teklifle gelmemesi. Adam kızı yemeğe davet edip yüzük kutusuna benzer bir kutuda küpe takdim edince kızda film kopuyor ve kendini ikna ederek İrlanda'da toplantısı olan adamın peşinden gidiyor. Gerekçesi de basit: İrnada'da bir geleneğe göre artık yılların 29 Şubat'ında kadınlar erkeklere evlenme teklif ediyorlarmış.

Türlü çeşit hadiseden sonra kadın Dublin yerine bambaşka bir yere iniş yapıyor. Kızımız Dublin'e gitmek için her yolu deneyip sonunda Dingle diye bir kasabaya varıyor. Filmin buraya kadarı çok gerekli değil gerçekten.

Kasabada ilk girdiği yer fıstıki bir adamın sahipliğindeki bar/otel oluyor. "Bana bir taksi lazım"ın cevabı da aynı adam oluyor. Kız otelde kalıyor, gereksiz türlü saçmalıktan sonra filmi esas izleme sebebimiz olan güzel kısmı, yani yolculuk başlıyor. Klasik önce atışıyorlar, sonra aşık oluyorlar ama bunun gelişimi çok akla yatkın olmuş. O çok abartılı kızın geçmişine dönmeleri ve bizim kıza sempati duymamız filmde kısa bir havuç sahnesiyle geçilmekte. Kızın o ana kadar itici gelen bütün tavırlarına ise ah canııııım şeklinde evrilmemiz ise filmin kalanı boyunca sürüyor.

Bundan sonrasını anlatmamak en iyisi sanırım, bildiğimiz romantik film işte. Sonunu da tahmin etmek için alim olmamıza gerek yok, ama esas yazacağım şey sanırım bu filme neden böyle bir duygusallıkla bağlandığım üzerine. Az biraz iç dökme yazısı olabilir yine, önceden uyarmadı denmesin.

Karakterler tahminen 30'larını aşmışlar, hayatlarında aşk bekleme safhasını geçeli çok olmuş. Bunu da kızın nasıl bir adamla evlenmeye karar verdiğinde görebiliyoruz ve hatta evlenmek istediği adamı filmin çeşitli sahnelerinde tanımlamasından: Kendisi doktor... Evet doktor... O bir doktor.. Çok iyi bir insandır, şahane yemek yapar, beni çok seviyor ya da en yüzeyselinden çok yakışıklı filan gibi hiç bir tanımlama olmaksızın sadece doktor olduğunu söyleyebiliyor. Filmin esas kızı ve oğlanı -canım benim- bir tür güven ve bağlılık yeter noktasındalar. Kızın markalara olan düşkünlüğünün de bu beklentisizlikten geldiğine inanıyorum. Adam zaten geçmişinde bir kez büyük aşık olup kazık yediği için güvenini yitirip inzivaya çekilmiş.

İşte bu iki gizliden yaralı karakter sonucunda ayrılacaklarını bile bile yolculuğa çıkıyorlar. Adamın çıkış sebebi para, kızın çıkış sebebi ise sevgilisinin nişanlıya dönüşmesini sağlamak. Yolda önce düşman, sonra arkadaş, sonra da aşık olduklarının her saniyesinde kızın başka bir adamla evleneceğinin ikisi de farkında, ve buna rağmen 2.günden sonrasında bir türlü ayrılamıyor oluşları son derece gerçekçi. Hayatı boyunca herşeyin kontrolünde olmasını seven kızın ilk kez birinin yanında kontrolünü yitirmesinin getirdiği rahatlık var belki de, ya da birbirlerinden bir şey saklamaya ihtiyaçlarının olmaması da olabilir... Neticede en fazla 2 gün sonrasında birbirlerini bir daha görmeyeceklerini ikisi de biliyor. Buna rağmen yolculuğa birlikte devam ediyor olmaları sanırım filmi çok cazip kalıyor. Yani öyle körlemesine mantıksızlığa kapılmaksızın, her adımlarının bilincinde ve sonuçlarına da katlanmaya hazır...Sevgi kısmını sadece 3 ya da 4 dakika süren bir otobüs durağı sahnesiyle verebiliyor olmaları... Uzatmadan, kısa ve sade...

Sonunu yazmakta bir sorun yok gibi, zira atla deve değil... Adamın evlenme teklifine gelen sade bir "Evet"... İşte bu filmde bunu seviyorum. Kızın esasında o kadar abartılı bir hayata sadece kenarından dahil olduğunu, bu hayattan da bir kez sapınca bir daha dönmek istemediğini, o kenarda kalmış kasabada koskoca şehir hayatından sonra mutlu olabileceğine inanması ve dahası buna bizim de inanmamız. Sade ve abartısız iki karakterin gerçekten de kalan ömürlerini mutlu ve birlikte geçirebileceklerini düşünebilmemiz. Ve dahası böylesine içten bir sevginin peşinden gidilebilecek olunması...

Bir de bu inandırmanın yanısıra şahane bir İrlanda yolculuk manzarası ve dahası eş şahanelikte aksanlı bir adamımızın olması.Valiz de sevimli bir detay olmuş tabii...
                                                          
Ya bir de söylemeden geçemeyeceğim, Amy Adams bütün film boyu o ayakkabılarla nasıl yürüyebildi yahu, gelsin bana bir ders versin, çok rica ediyorum. Ve bir de İrlanda dünyada mutlaka görülmesi lazım yerler listesinde ilk 5'e girmez mi yahu?

10 Eylül 2010 Cuma

İade-i İtibar: Kathryn Bigelow

Daha önce bu blogda The Hurt Locker için Bıçkın'ın yazdıklarına yüzde yüz katılıyorum. Bir kadın yönetmenden beklediğim milliyet, din, ırk gözetmeden insana aynı hassasiyetle yaklaşabilmesi. Susanne Bier, Agnes Varda, Mira Nair, Margarethe von Trotta, Catherine Breillat gibi kadın yönetmenlerin filmleri genelde insan ölçeğinde dramalar, hatta çoğunun muhalif bir politik duruşu var. Bigelow onlardan çok farklı, onun filmlerini bir erkek mi yoksa kadın mı çekti anlamak imkansız. Bir kadından otomatik olarak erkeklerin egemen olduğu sinema dünyasında kadınları ifade etmesi bekleniyor, ama bu yaklaşım da kadınları azınlıkta olmaktan çıkaramıyor. Bigelow'un milliyetçiliğinden, maçoluğundan hazzetmesem de erkek egemen Hollywood'da büyük bütçeli ana akım filmler çekiyor olması hoşuma gidiyor. Ancak bana Bigelow'u sevdiren bunlar değil, geçmişte çektiği B sınıfı aksiyon filmleri, bunların da şüphesiz en iyisi olan Strange Days.
Strange Days 2000 yılbaşı gecesi artık bir korku şehri olan Los Angeles'da geçiyor. Lenny eski bir polistir, hükümet için geliştirilen ama karaborsaya düşen bir teknoloji ürünü için yazılım satıcılığı yapmaktadır. Bu teknoloji insanların yaşadıklarını birebir kaydedip kullacının bu deneyimleri tüm hissiyatıyla yaşamasını sağlamaktadır. Ancak insanların ilgisi masum deneyimlerden çok porno ve suçla ilgili deneyimlere doğru kaymıştır. Polis devletinin yarattığı baskı, artan suç oranı, insanların yaşadığı korku, güvensizlik ve etraf gerçek suçla doluyken sanal deneyimlere olan açlık filmin karanlık atmosferini oluşturmaktadır.
Ralph Fiennes'in oynadığı yavşak, ağzı iyi laf yapan satıcı Lenny karakteri Los Angeles gibi dibe doğru çekilmektedir. Lenny şimdi bir müzik yapımcısıyla beraber olan eski sevgilisi Faith'e takıntılıdır. Ancak Lenny'nin koruyucu bir meleği vardır, o da filmin tek aklı başında ama bir o kadar da sert karakteri Mace'tir. Filmin bir alt seviyede devam eden hikayesini bu aşk üçgeni oluşturuyor. Lenny eski günlerine geri dönme peşindeyken bir anda kendisini Mace ile gerçekleri ortaya çıkarma - ve kendini kurtarma - savaşı içerisinde buluyor.
Strange Days politik dokunuşları olan, yaşanan korkuyu ve ortaya çıkan isyanı çok güzel anlatan ama çok da derinlere girmeyen bir film. Senaryo ve karakterler açısından ana akım sinemaya özgü birçok zaaf barındırıyor olmasına rağmen bir film olmaktan öte kendisini çok ciddiye almadığı, dolu dolu bir aksiyon izlettiği ve etkileyici bir atmosfer yarattığı için kesinlikle izlemeye değer.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Bir sana bir de bana - Taipei Exchanges

Tayvan'dan sessiz sakin, biçemsel bir film Taipei Exchanges. Doris'in ofisteki işinden ayrılıp, bir kahve dükkanı açmasıyla başlıyor. Doris'in amacı özgür olduğu, yeteneklerini gösterebileceği kendine ait bir dükkan kurmaktır. Biraz da annelerinin isteğiyle Doris'in daha az sorumluluk sahibi kız kardeşi Josie de ona yardım etmeye başlar. Kahve dükkanının açılışında arkadaşları hediye olarak tuhaf eşyalar getirirler. Bu eşyalarla nasıl başa çıkacaklarını düşünürken Josie bunları eşya veya iş karşılığı değiş tokuş yapabileceklerini keşfeder. Dükkan giderek insanların eşyaları, öyküleri, kanepeleri ve hatta hayalleri değiş tokuş ettiği bir mekan haline gelir.Bu filmde geçen her şey - ilişkiler olsun değerler olsun - değiş tokuş hakkında. Bir olay örgüsü, renkli karakterler ve faklı hayat arayışları var, ama hepsi dönüp dolaşıp paylaşma kavramında anlam buluyor. Bu kahve dükkanında sadece kahve ve pastalar parayla alınabiliyor, diğer eşyaların değeri başka eşyalar veya hikayelerle ölçülüyor. Dolayısıyla bunlar, elde etmek için sadece para gereken nesnelerden farklı olarak içsel bir anlam taşıyorlar.
Tüketim hırsıyla tek tip üretilen modern eşyalara anlam yüklemek zor olduğundan olsa gerek dükkana girip çıkan eşyaların çoğu nostaljik. Doris'in kahve dükkanı da alacalı bir şekilde dekore edilmiş benzerlerinden farklı olarak bir ruh taşıyor. Hayatımızda para fazlasıyla temel bir gerçek haline geldiği için başka türlü düşünmek zor geliyor ama film insana dair çok daha eski bir gerçeği anlatıyor. Eski bir kitap bizi marka bir eşyadan daha iyi ifade edebilir ve yeri geldiğinde bu kitap iki şarkıyla takas edilebilir.