11 Eylül 2009 Cuma

Mavra No:2, Kirpi

Gayet eli yüzü düzgün bir kara komedi yapmışlar. Kara komedi derken türün bütün klişeleri kullanılmış, bildiğimiz kara komedi. Film çok mu güzel? Değil belki, ama genel kara komedi unsurlarını kullanışına saygı duydum şahsen.

Konu her koşulda belayı bulabilen iki inatçı kişinin yollarının kesişmesi, karşılıklı eşek şakaları yapmaları, dahası başlarına gelen her belanın başka bir olaya yol açması dolasıyla bir sürü düşman çekmeleri ve her olay neticesinde bu iki kişinin yine karşı tarafı suçlamaları gibi özetlenebilir.

Kirpi Reşat denen adam -Mazhar Alanson olur- sinirli ve kendince fena halde adalet bağımlısı bir insan. O sinirli hallerine de Mazhar Alanson'un tam oturduğunu düşünüyorum. Herhangi biri bir haksızlık yaptığı zaman onun intikamını almadan duramıyor, saçlar kaşınıyorsa bir hinlik geliyor. Durmuyor değil ama duramıyor, bir nevi öç almak takıntısı diyebiliriz. Eğer ki öcünü almak için en azından bir teşebbüste bulunmazsa içi rahat etmiyor, geceleri uyuyamıyor.

Kesişme ise bir banka şubesinde fatura sırasında oluyor. Kesişilen insan Kirpi'den pek de bir farkı olmayan Tahir -Güven Kıraç oluyor bu da-. Tahir Kirpi'nin sırasını çalıyor, Kirpi intikam almak için numarasını alıyor, polisim diye kandırıyor, olaylar gelişiyor.

Filmin mavra kısmı ise onlarca olaydan biriyle bile özetlenebilir. Kirpi, Tahir'e uyuşturucu gibi paketlenmiş un yolluyor kargoyla, sonra da telefonla ihbar ediyor. Sorun ise şu noktada başlıyor: Gerçekten de o kargo şirketiyle uyuşturucu gönderen bir mafya var! Polisler ve mafya bu ikiliden bilgi alabilmek için sıraya giriyor. Sıraya girmiyor, doğrudan dalıyor hatta. Bundan sonraki tüm intikamlar da mafyaya bir şekilde bağlantılı oluyor, işin tuhafı ikisinin de durumdan haberi bile yok!

Film bunun gibi bir çok mavra ve kara komedi unsuru içeriyor. Bir yerden sonra bunları toparlamakta da güçlük çekiyor. Biraz duygusallık bolca intikam katalım gibi tatsız bir 15-20 dakikadan sonra yeniden o mavralığına dönerek çok akıllıca bir tutuma giriyor.

Güven Kıraç'ın rolü ise son dönem Türk sinemasının en itici karakteri: evli, metresi var, metresinin de metresi var, ve o metresinin metresini de aldatıyor. Bu kadınların hiç biri durumdan şüphelenmiyor bile! Yalan söyleme konusunda çok başarılı, peruklu ve durmaksızın küfrediyor! Buna rağmen bir noktada haklı bulup sevebiliyoruz.

Kirpi karakteri ise çevre açısından bir tür ayaklı felaket. Hani normal hayatta yapılması muhtemel hatalar vardır ya, onları bile affetmeyen bir tip ve öcünü öylesine şiddetle alıyor ki insan bir nebze tırsıyor bu karakterden. Kendisini işe alan adam -ki yılların dostu- Kirpi'yi şahsi hataları yüzünden işten çıkartmak zorunda kalınca binlerce liralık telefon faturası yıkmaktan zevk alıyor. Bir nevi hayatında olan herkesi yıldırmayı başaran ama bunu mavra bir şekilde yaptığından seyredilen bir karakter.

Netice olarak Sulhi Dölek'in nasıl iyi bir senarist olduğunu bildiğimizden belki de, bu denli bir kara komedi beklemediğimizden de olabilir, ben gayet sevdim bu filmi. Mavra filmlerin insanı mutlu ettiği kanaatindeyim, ve dahası bu bir Türk filmiyse daha da seviyor olabilirim.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Kurgunun Kurgusu No:3, The Imaginarium of Dr. Parnassus

Terry Gilliam'ın son şahanesi Cannes'da premier'i yapılmış, 16 Ekim 2009'da sinemalara düşmeye başlayacak olan The Imaginarium of Dr. Parnassus. Filmin yarattığı hayal dünyası ve büyüleyici görüntülerine gelmeden önce herkesin ilgisini çekecek tarafı Heath Ledger'ın ölmeden önce oynadığı son film olması. Hatta çekimler esnasında öldüğü için yönetmenin aklından geçen ilk şey filmin bu olaydan sonra devam edemeyeceği olmuş. Bu talihsiz durumu çözmek için Ledger'ın oynadığı Tony rolünü, karakterin geçirdiği üç değişimi - hayal dünyasına giren aynaya girişi - esas alarak üç farklı aktörün oynamasına karar verilmiş. Bu aktörler sırasıyla Johnny Depp, Colin Farrell ve Jude Law. Bu dahiyane çözüm hem Ledger'ın performansının bir defa daha izlenmesini, hem de filmin farklı aktörlerle zenginlik kazanmasını sağlayacak gibi görünüyor. Ledger'ın filmin önüne geçmesi filme zarar vermekten çok onu destekleyecek gibi geliyor bana, çünkü bunun bir önceki örneği Joker.

Film günümüz Londra'sında bir gezici tiyatronun etrafında geçiyor. Tiyatronun sahibi 1000 yaşındaki Dr. Parnassus. Bu tiyatronun seyircileri aynadan geçerek hayal dünyalarını keşfetme olanağına sahip oluyorlar. Dr. Parnassus'un özelliği insanların hayallerini yönlendirebilmektir. Ölümsüzlüğünü ise şeytanla - nam-ı diğer Tom Waits - yaptığı anlaşmayla kazanmıştır. Şeytan anlaşmanın karşılığı olarak 16 yaşına geldiği zaman Dr. Parnassus'un kızına sahip olacaktır. Doktor kızını kurtarmak için kızını evlendireceği vaadiyle yardım ister.


Fragmanın büyük bir beklenti yarattığı çok açık. Ama ben fragmanda öne çıkartılan uçucu görselliğinden ziyade Fisher King, 12 Monkeys ve Fear and Loathing'in yönetmeninden içerik açısından dopdolu, ölümsüzlük, hayaller, neşe-keder gibi konularda farklı anlamlar yaratan, daha ağır bir film bekliyorum. Hadi hayırlısı...

Yüksek çözünürlüklü fragmanı resmi sitesinde yer alıyor:
http://www.doctorparnassus.com/

Diğer video ve fotoğraflara şuradan ulaşabilirsiniz:
http://www.imaginariumofdrparnassus.com/multi-media

Cinayet Nasıl İşlenir? No:1, Double Indemnity

Double Indemnity tek bir fazlalığı olmayan, seyirciyi sürekli takipte tutan, mükemmel bir film noir. Konusu zengin kocasını sevmeyen, hayatını yaşamak isteyen Phyllis'in sigortacı satıcısı Walter'ı ayartması, adamın zaten ayartılmaya müsait olması ve birlikte bir cinayet işlemeleri. Kişiler soğuk sarışın bir femme fatale, zeki bir sigortacı ve sigorta başvurularını dedektif gibi takip eden şefi Barton. Bütün bunlar çok bilindik, çok tekrarlanmış gibi görünüyor, ama sonradan çekilen bütün benzeri filmler double indemnity'nin mükemmelliğine ulaşmaya çalışan bahtsız denemelerden başka bir şey değil. Katilin kim olduğunu merak ettirmek yerine, bir cinayetin planlanışını, işlenmesini ve açığa çıkartılmasını ortaya koyuyor. Üstelik katiller öldürdükleri adamın sigortasını çifte tazminat olarak almaya kalkışacak kadar cüretkar.

Film üç kişinin hesapları çevresinde dönüyor. Başroldeki Walter hırsına yenilip dürüst hayatını bırakan, attığı her adımı hesaplayan, arada insani duygular gösteren bir adam. Filmi onun gözünden takip ettiğimiz için cinayeti işlerken ve cinayet sonrasında geçtiği sorgularda o soğukkanlılığını korurken biz soğuk terler akıtıyoruz. Barton hayatını sigorta şirketini kandırmaya çalışan insanları yakalayarak kazanan, içgüdüleri sayesinde bunda gayet başarılı olan bir adam. Barton filmde dürüstlüğün tek simgesi, ancak o da bunu şirketin para kaptırmaması için yapıyor. Filmde en az özdeşleşilecek karakter her zaman kendini karanlıkta tutan, duyguları kontrollü olan gözü kara Phyllis. Adamlar düşünceleri, şüpheleri, iddialarıyla sürekli kendilerini ortaya koyarken, Phyllis son ana kadar sürekli oynuyor. Film Walter'ın Phyllis ve Barton ile ilişkisi ve bunların plan kurma ve birbirlerinin planlarını çözme konusundaki yeteneklerini çarpıştırmaları üzerinden yürüyor.

Double Indemnity minimal, zekice kurgulanmış, kara bir film. Bu filmden öğreneceklerimiz arasında cinayet işlemeye kalkışırsanız çelik gibi sinirlerinizin olmasının şart olduğu ve öldürmek amacıyla ateş ediyorsanız ikinci atış için tereddüt etmemeniz gerektiği var. Bir de aman hedefine ulaşmaya karalı kadınlara dikkat edin.

20 Ağustos 2009 Perşembe

7 Ağustos 2009 Cuma

Marley and Me

Bir fragman hüsranı daha yaşadım. Ne kadar eğlenceli bir romantik komedi dedim, kendi evimizin neşesi olan kedimin yaramazlıklarını anımsatan Marley'i mutlaka severim dedim, ama olmadı. Filmin yola çıkışı gayet güzel: yeni evlenen bir çiftin hayatına giren marley'in bütün taşkınlıklarına rağmen vazgeçilmez bir aile bireyi olması. Çiftimiz amerikan statü basamaklarını hızla çıkan, defosuz, sakıncasız bir çift. Kadın daha planlı, daha hırslıyken, erkek daha duygusal, daha geri planda. Erkek kadının planlarında yer alan sonraki aşamayı erteleme niyetiyle bir köpek alır. Köpek pek sevecendir ancak diğer yandan laf dinlemez bir kemirgendir. Köpek büyür. Çift olağan sancılarını yaşarlar: çocuğumuz olacak mı, çocuk için işi bırakmalı mıyım, sevmediğim daha yüksek maaşlı işi kabul etmeli miyim gibi. Sonrasında bir çocuk, daha büyük bir ev, bir çocuk daha, daha da büyük bir ev şeklinde olaylar gelişir. En sonunda köpek ölür ve uzun acıklı sahnelerde birkaç damla gözyaşı dökeriz.

Filmden tek beklentim bir köpeğin bir ailedeki yerini birazcık derinlikli bir şekilde vermeleriydi. Oysa çiftin yaptığı tek şey Marley'i bütün yaramazlıklarına rağmen kabul etmeleri oldu. Marley bu esnada bol bol koştu, bütün eşyaları kemirdi ve tek bir emri bile yerine getirmedi. Tek çarpışma kadının doğum sonrası depresyonu esnasında köpeği kısa süreyle evden kovması oldu. Aralarındaki bağı gösteren sadece iki-üç laftan ibaretti. Bu ilişkiyi aileyi köpekle beraber hoplatıp zıplatmaktan daha yaratıcı bir şekilde gösteremeyeceksen neden bir film yapma zahmetine katlanırsın ki? Köpeğin insanın en iyi dostu olduğunu söylüyorsan bu duygunun nerden geldiğine dair bir şeyler vermelisin öyle değil mi? Neyse ki aradaki boşlukları biz dağarcımızdan doldurduk, o yüzden Marley yaşlandığı zaman içimiz burkuldu.

Sonuç olarak bir tane daha üç çocuklu amerikan ailesi saadeti izlemiş oldum. Karakterlerin olgunlaşması ideal olarak dayatılan ahlakın izinde ilerliyor. İnsanlar sanki hayatları için aldıkları kararlarda kararsızlıklara düşüyormuş, insani hatalar yapıyormuş gibi gösterilmeye çalışılırken sadece ve sadece klişeleri tekrarlıyorlar. Hataları, aldıkları dersler, diğer karakterlerle zıtlaşmaları öyle kitabına uygun, öyle defosuz ki ortaya ne bir aile draması, ne de bir köpek portresi çıkıyor. Oyunculukların ne kadar ruhsuz ne kadar yüzeysel olduğunu söylemek ise körün gözüne parmak sokmak gibi bir şey. Ve ben keşke gürültülü aile komedilerinden biri olsaydı en azından biraz gülerdik diye düşünmeden edemiyorum.

2 Ağustos 2009 Pazar

İPF No.3: In the Name of the Father

Babası için babasıyla savaşan birinin hikayesi. Uçarı bir İrlandalı olan Gerry hayatını babasıyla çatışarak geçirmekte. Devamlı olarak birinin ak dediğine diğeri kara diyor. İşin tuhafı ise oğlunu kurtarmak her seferinde babaya düşüyor.
Bir Jim Sheridan filminde olması gerektiği gibi IRA'ya karşı İrlandalıları izliyoruz. Belfast'ta IRA'ya katılmayı reddeden daha doğrusu belki doğru düzgün IRA'nın ne olduğunu bile bilmeyen bir çocuk Gerry, iki arkadaş bir şeyler çalarak öyle takılıyorlar. IRA bunları tehdit ediyor, düzgün insanlar olun diyor, yoksa bacaktan şişleriz.

Düzgün olamayacağı belli olan Gerry ülkeyi güle oynaya terk ediyor. Gidiyor ve çiçek çocuk oluyor. Ama ufak bir sorun var: Çiçek çocukların hepsi çok da barışçıl insanlar değil, İngiliz-İrlandalı çatışması çiçek bile olsalar sürüyor.

Türlü tesadüflerin olduğu bir anda iki arkadaş -gemide karşılaşılan çocukluk arkadaşı ve Gerry- bir bar saldırısından dolayı suçlanıyorlar. Görülmeyen yerlerine(!) vurularak ve türlü duygusal işkenceden geçirilerek suçlu olduklarına dair ifadelerini imzalamak zorunda kalıyorlar. Bir tek tanıkları var, o da var olduğundan bile emin olunamayan evsiz bir İrlandalı şarapçı. Bundan sonrası tam bir psikolojik gerilim.

İngiliz hükümeti ve polisleri rahat durmuyor ve Gerry'nin ailesini de içeri alıyor. Hasta olan babası hapse atılıyor. Hiç bir şekilde seslerini duyuramıyorlar. Filmin güzel, hayatının acı yanı ise babasıyla hiçbir zaman bitmeyen çelişkileri. Çok inançlı ve yılmayan bir karakter olan babasına karşılık Gerry hayatını yaşamak isteyen, pek bir inancı olmayan ve kolay yılan biri. Buna rağmen baba her istediğini yaptırabiliyor, buna bir çiçek çocuk olmak isteyen oğluna uyuşturucuyu bıraktırmak da dahil.

Hapishanede zorlu bir zaman geçirdikten sonra IRA liderlerinden biri bulundukları yere düşüyor, ve hayatlarını kolaylaştırıyor. Şiddetin her türlüsüne karşı olan baba bu adama güvenmezken, Gerry onun dümen suyuna giriveriyor. Adamın gerçek yüzünü gördüğü anda olayların farkına varıyor ve artık babasıyla çatışmaktan vazgeçiyor. İşin tuhafı bu adam bahsedilen barı kendisinin bombaladığını itiraf ediyor, ama bir anda tüm kulaklar kapanıyor.

Baba bunun üzerine hırslı bir avukat tutuyor, ona güveniyor. Yıllar yıllar süren hukuk sürecinde olan yine babaya oluyor. Babasını kaybettikten sonra daha da büyüyen ve daha da ona benzemeye başlayan Gerry haklı savaşlarına babası için devam ediyor. Bu ölüm sahnesinde ise çok güzel bir görsellik yakalanmış, ve gözlerden yaşların akması engellenemiyor.

Ne oluyorsa oluyor, ve tek tanığın aslında ifade verdiği ve bunun üstünün örtüldüğü ortaya çıkıyor. Filmin en acıklı sahnesi: Tanık daha 1.yılda bulunmuş! Sadece İrlandalı oldukları içi her türlü suçu işleyebileceklermiş gibi görülmek, türlü aşağılanmalardan ve işkencelerden geçmek, ve sonrasında kuru bir özür almak. Yanma sahnesi de dahil olmak üzere hiç bir sahne filmin mutlu sonu kadar rahatsız etmiyor. Böyle mutlu son olmasa da olur diyecekken filmin gerçek bir hikayeden uyarlandığını hatırlamak daha da kötü yapıyor.
Hem IRA'yı hem de İngiletere'yi suçlu gören tavrıyla Jim Sheridan-Daniel Day-Lewis ikilisi bu filmde yine döktürüyorlar. Özellikle Jim Sheridan'ın bu bakışını görmek alışılageldik ama her seferinde yine de şaşırtıyor. Çuvaldızı bu kez hem İrlanda'ya hem İngiltere'ye batırıyor. Şiddetin karşılığı şiddet midir, hem İrlanda hem İngiltere şiddeti nasıl körüklemiştir, hem İrlanda hem de İngiletere bütün bu savaş boyunca nasıl da karşılıklı olarak suçludur kavramlarını öyle bir yediriyor ki filme saygı duymamak mümkün değil. Gerry rolünde Daniel Day-Lewis, baba rolünde Pete Postlethwaite, avukat rolünde Emma Thompson çok bambaşka insanlar olduklarını bir kez daha bize gösteriyorlar.

He's Just Not That Into You

Filmi Türkçe'ye "Erkekler Ne Söyler, Kadınlar Ne Anlar?" diye çevirmişler ki, "Aslında Senden O Kadar Da Çok Hoşlanmıyor"dan çok daha güzel oturmuş. Tabii film hakkında biraz fazla ipucu veren bir ad olmuş, ama kesinlikle çok daha başarılı.

Film genel olarak bir kadın filmi. Hatta öğretici bir film. Bittiğinde yazan kişilerin hangi cinsiyetten olduğuna dair tahminde bulunmak çok zordu. Öylesine erkek gelen bir filmin bir anda dişileşmesi şaşırtıcıydı, ve yazarların adını görene dek sürdü bu şaşkınlık. Bir erkek ve bir kadından çıkan hikaye başka bir erkek ve bir kadın tarafından senaryolaştırılmış. İşte tam da bu havada zaten film. Erkeklerin bakış açısını kadınlar tarafından gördükten sonra kadınların bakış açılarını gören erkeklere geçiveriyoruz. Ama bunu tatsız bir şekilde yapmıyorlar.
Genel konusu olarak bir sürü kadın ve erkek bir şekilde ortak tanıdıklar vasıtasıyla ilişki içindeler. Kendi özel hayatlarındaki ilişkilerinin başarı ya da başarısızlığını izliyoruz.

Filmin en sevdiğim iki hikayesinden biri Beth-Neil ilişkisi. 7 yıldır birarada olan ama evlenemeyen bir çifti oynuyorlar. Kadın evlenmek istediğini belirtemiyor çünkü adam evliliğe inanılmaz derecede karşı. Ama kadın bir noktada evlenmek istediğini dile getirince ilişki son buluyor. İşte esas güzellik bundan sonra başlıyor. Evli çiftleri izleyen kadın onların mutsuzluğunu görüyor. Sevgilisinin ona yaptığı jestleri fark edip evlenmekten vazgeçiyor. Tam bu noktada erkeklerin evlenmeme sebeplerinin kaçırdıkları kadınlar olduğunu fark eden adam ise 7 yıl içinde zaten bir başkasına hiç bakmadığını fark edip evlenmekten kaçmanın bir anlamı olmadığını görüyor. Sonu bir kadın fantezisi elbette, ama gelişimi çok naif. Kadın Jennifer Aniston, adam ise Ben Affleck (-ah bi de rol yapabilse-).

Bir diğer hikaye ise denemekten hiç vazgeçmeyen Gigi. Başlı başına hikayenin tamamı Gigi aslında. Kendinden hoşlanılmadığını dahi anlayamayacak kadar iyi niyetli. Çıktığı her erkeğin rüyalarının beyaz atlı prensi olduğu yanılgısında. Onun ayaklarını yere bastırmaya çalışan ise yine bir erkeğin peşindeyken tanıştığı ve kendisinden hoşlandığına emin olduğu Alex. Alex'in ise bu duygularla -belli bir noktaya kadar- hiç alaksı yok. O ana kadar nafi ve sakin olarak betimlenen Gigi'nin patladığı tek insanın Alex olması ise hikayenin kırılma noktası oluyor. Gigi karakterini hiç değiştirmeden yoluna devam ederken, Alex yerden yukarılara doğru yol alıyor. Hikayenin en can alıcı belki de kadınlar için öğretici olan konuşmaları bu ikili arasında geçiyor. Kadınların tipik nevrotik davranışlarını sergileyen Gigi'ye karşı Alex tam bir erkek bakış açısında. "Sana şunu diyorsa altında anlam arama işte, erkekler düz bakar" geyiğinin bir numaralı temsilcisi. Onun ayaklarının yere fazlaca sağlam bastığının kanıtı ise yine Gigi. Her türlü kırılmaya, aranmamaya ve istenmemeye rağmen akıllı bir kız olan Gigi denemekten vazgeçmeyerek kazanıyor. Gigi rolünde Ginnifer Goodwin, Alex rolünde ise Justin Long hikayeyi çok hoş bir oyunla veriyorlar, ve akıcılık bir noktada onlara teslim edilmiş durumda. Şahis kanaatimce de iyi ki de onlara teslim edilmişi Yüzlerine diğerleri kadar aşina olmadığımız bu ikili hikayeyi çok gerçekçi götürüyorlar, ve biz kadınları mutlu edecek olan hikaye de onlarda zaten.

Bunlar dışındaki hikayeler de sevimliden ziyade öğretici. Ama filmin ahlaki yaklaşımı biraz da sinir bozucu. Filmin başında sadece bir evli çiftimiz var, ve erkek aslında evlenmek istememiş. Karısını aldatıyor, ve karısının bir süre için evliliğini kurtarmak için yaptıklarını izliyoruz. Bu arada aldatılan kadın da Jennifer Connoly yani, az buz bir kadın da değil. Adamın aldattığı kadının da Scarlett Johansson olduğunu düşünürsek Bradley Cooper'ın şanslı bir adam olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu şans filmin sonuna kadar sürüyor, sonunda elinde patlıyor. Daha da fenası kötü şeylerin sadece aldatan kişilerin başına geliyor olması.

Kısacası filmin genel havası "denemekten vazgeçmeyen kazanır, elindekilerin değerini bilmeyen kaybeder bu hayatta". Bu bakışa gelene kadar güzel ilerleyen film bir anda bu fazla ahlaki bakış açısına bürünmese belki çok daha sürprizli bitebilirdi, ama ahlaka erene kadar getirdiği eğlence hali de yetti.

Sağından solundan ünlü çıkıyor filmin, ama dikkat dağıtıcı şekilde yapmamışlar neyse ki. Her karaktere belli bir hikaye vermişler, hikayesini sevsek de zayıf bulsak da en azından hikayelerinin olması hoş olmuş. Netice itibariyle iyi bir kadın filmi çıkmış, erkeklerin kadın bakış açılarını biraz olsun anlamalarıyla son bulması ise tam bir kadın fantezisi olmuş.

24 Temmuz 2009 Cuma

İçinden Müzik Geçen Filmler No:0, Vengo

Bir Tony Gatlif filminden ne beklerim? Müzik, çingeneler, hareket ve şapşahane bir konu. Daha önce Bıkkın'ın da dediği gibi alaya almaz Tony Gatlif çingeneleri, onların gözüyle görür. İşte tam da buna güvenerek izledim Vengo'yu.

Bundan sonrası hayal kırıklığı diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü Tony Gatlif tamamen şahsi fikrime göre bu filmde bambaşka suları çok güzel işlemiş. Konu tam olarak çingene filmi değil, hatta çingeneler filmin rengi rolündeler. Arada bir geliyorlar, duruma uygun şarkılar söylüyorlar, sonra başrolü başkalarına bırakıyorlar.

Bir tür kan davası hikayesi, ancak kan davası güden her iki tarafta çok acı içinde. Biz taraflardan sadece birinin
yanındayız. Amca ve yeğeni arasındaki sıcak ilişkiye özeniyoruz. Yeğen özürlü, ancak kafa fıldır fıldır, kızlara ve eğlenceye düşkün. Amca yeğenini mutlu etmek için devamlı partilere götürüyor. Ancak aslında yeğen hep amcanın kızını sevmiş. Sorun şu ki amcanın kızı yıllar önce ölmüş. Amca da bu acıyla başa çıkmaya çalışıyor. Bir türlü çıkamıyor, ve bunu bizim gözümüze sokmak yerine onun gözlerindeki acıyla vermiş Gatlif.

Yeğenin babası bir aileden birini öldürmüş, peşi sıra kaçmış. O aile de kanlarının peşinde. Oğlu olduğu için yeğenin kanını istiyorlar. Amca ise kardeşini korumak, yeğenine sahiplenmek ve kan davasını bitirmek arasında bir yerlerde bocalayıp durmakta, ve bu arada da sıklıkla rakı şişesinde balık olmakta. Bu kadar sorunun ortasında kızını çok özlemekte. Ailenin başındaki kişi olarak bütün sorumluluğun sırtına binmesiyle devamlı olarak diğer aileyi ziyarete gidiyor ve tüm amacı aslında yeğenini kurtarmak.

Bize her konu arasında çok güzel şarkılar dinletiyorlar filmde, sahneler her zamanki gibi çok çok hoş, ve müzikler için bir konuya gereksinim duymuyorlar. Filmin genel olan o acı yönünü amcanın gözlerinden ve bu çingene şarkılarından veriyorlar.

Sonunu söylemiyorum elbette, ama bir anda ve çok vurucu bir şekilde bitiyor. Karizmatik insanların birarada toplandığı bu İspanyolca film bittiğinde içinize birşeyler oturuyor, ve o şeyler gülümsemenize tam anlamıyla engel oluyor. -Tony seni çok seviyoruz!-

O halde en azından başlangıcındaki neşeye ve sonundaki hüzüne dair bir ipucu verir diyerek filmin başından ve sonundan iki video koyabiliriz artık...

Filmin Başı: "Flamenko Sufi"



Filmin Sonu: "Naci En Alamo"

19 Temmuz 2009 Pazar

İPF No.2: The Boxer

Neden hapse girdiğini bir türlü kavrayamadığımız ama masum olduğunu bildiğimiz bir adamın öyküsü. Özetinin özeti bu olan filmi ilginç kılan iki faktör var: Biri elbette ki eşsiz Daniel Day-Lewis, diğeri ise iğneyi değil çuvaldızı kendine batıran tavrı. Daniel'ı övme kısmını en sona bırakıyorum, sanırım önce filmi anlatsam daha iyi olacak.
Boksör Danny Flynn 14 yıl gereksiz yere hapis yattıktan sonra salıverilir. Ancak baştan belirtelim Danny İrlanda'da bir hapishanede yatmıştır, yani aslında konu direkt olarak İngilizlerle alakalı değil. Hatta IRA'yı eleştiren bir film. Kendi içlerindeki tartışma ve kararlardan ötürü 14 yıl yattıktan sonra çıktığında bazı şeyleri çok değişmiş bazı şeyleri ise hiç değişmemiş buluyor. Adaptasyonu ise oldukça hızlı gerçekleştiriyor.

Danny ve koçu yıllar önce açılan, sonrasında kapanan, mezhep farklarını ortadan kaldırmak için didinen okulu tekrar açıyorlar. Gençlerin ve çocukların dışarılarda savaşın ortasına dalmamaları için onlara boks eğitimi vermeye başlıyorlar. Tabii Danny bu arada eski aşkını da geri kazanma peşinde.

Eski aşkı evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, ancak gönlü Danny'de. Her İrlanda kadını gibi onun da kocası hapiste.

Film hem politik hem de ahlaki değerleri ve ikiyüzlülüğü çok fena yargılıyor. Mahkum eşleri sadık olmak zorundadır toplum baskısına karşı çıkan Maggie, bu toplum baskısını yaratan lider babasından destek görüyor. Lider baba ise ikilemde. Savaşmaktan ve kayıp vermekten yorgun düştüğü için artık barışın peşinde ancak IRA da kendi içinde bölünmüş durumda. Hem toplum baskısını yaratmayı sürdürmek isteyen hem de barışa kesinlikle karşı çıkan çok önemli yerde adamlar var ve sözleri geçiyor. Buldukları her boşluğu kullanmaktan çekinmedikleri için elbette en zayıf halka olan Maggie'nin oğlunu kullanıyorlar.

Filmde en çok huzursuz eden nokta savaşı destekleyenlerin sebepleri: "Bizim çocuğumuz ne için öldü, madem öyleydi günahı neydi de öldü?"

Bu söyleme alışkın olmamıza rağmen bu filmdeki rahatsız ediciliği bunu kullanıyor oluşları, aslında savaştan rant elde edenler çocuklarını kullanmaktan öylesine çekinmiyorlar ki ne olduğunuzu anlayamıyorsunuz.

Filmin en tatlı yanlarından biri hemen her noktada sizi ters köşeye yatırması. Cesur olmasını beklemediğiniz kadın son derece cesur, acılı anne aslında savaşın bitmemesi için kocasını fişekleyen güçlü bir kadın - ve bunun için her türlü yolu kullanmaktan da çekinmiyor-, zayıf görünen çocuk aklı başına gelince aslan parçası kesiliyor, toplum baskısını yaratan savaşçı adam barış için en çok çabalayan kişi, ve bunların arasında değişmeyen sadece iki kişi var: Boksör ve Koçu.

Filmde havada kalan şeyler aslında kesilen sahneler izlenince daha bir rayını oturuyor. Mesela Boksör'ün savaş yanlısı aileye karşı bile nasıl soğuk kanlı kaldığını ve o savaş yanlısı ailenin o neden bulaş(a)madığını görüyorsunuz. Onca yıllık kendi suçunu başkasına yatırtan bu aile yine de alttan alta çemkirmekten de geri durmuyor. Maggie'nin kocasını film boyunca hiç görmüyoruz ancak kesilen sahnelerde "aslında beni hiç sevmediğini biliyorum, benden izin sana, git gönlünce yaşa" demesini görüyoruz ve Maggie'nin bir anda nasıl o kadar rahatladığını anlıyoruz.

Daniel Day-Lewis ise filme o kadar başka bir tat katıyor ki, böylesi bir adamı izlemenin ayrıcalık olduğunu açıktan hissettiriyor. Hareketleri, hali, tavrıyla tam bir boksör. Bir o kadar aşık. Bir o kadar da dik başlı. Her şeye rağmen barış için çabalamaktan çekinmiyor ve bunun onun aşkına veya hayatına kast edeceğine bilse bile geri durmuyor. Çabalamaktan neredeyse hiç vazgeçmiyor, ve yıllarca uğruna hapis yattığı adamı hiç satmadığını dile getirmeye bile gerek görmüyor. Kesilen sahnelerden birinde "Neden hiç ötmedin, suç senin değildi?" diye sorulduğunda "gözlerindeki korkuyu gördüm, o bir korkak. Yüzüne vursam ne olacak, korkak olmaktan çıkacak mı?" diyecek kadar da olgun. Ve Daniel Day-Lewis bunu söylerken bize kendisi söylüyormuş hissi verecek kadar "Boksör". Bu adam gerçekten çok bambaşka ve gerçekten çok keyifli.

Jim Sheridan ise bu filmde her zamanki IRA eleştirisini sürdürüyor, ve içeriden bir bakış açısıyla -ama İngiliz taraftarığına kaçmadan, ve hatta neredeyse İngilizleri en az düzeyde karıştırarak- bir İrlanda öyküsü sunuyor. Bize de her an mutsuz olmasını beklediğimiz sonu beklemek kalıyor. İşin tuhafı öyle bir bitiyor ki, hani sırf o son için bile beklenebilir.

İPF (İrlanda Politik Filmleri) No.1: Hunger

Öncelikle çok değişik bir kurgusu olan bir film. Nereden başlamak lazım tam olarak bilemiyorum ama bu aralar İrlanda politik filmlerine sardım diyerek olabilir sanırım. Bu çok da isteğe dayalı olmadı aslında, ancak yıllardır elimde olup da hadi izleyeyim dediğim bütün filmleri İrlanda'ya dair çıktı, ve iyi de oldu.

Film yer yer dogma tadında, ve bazen de oldukça zorlayıcı. Sadece yerlerin silinmesi için 5 dakika geçiyor, sadece sineğin dışarı çıkarılması 2 dakika alıyor. Zaten filmin başlarında konuşma olmayınca bu sahneler oldukça uzunmuş gibi geliyor.

Konu İngiltere'de bulunan İrlandalı daha doğrusu IRA'lı hükümlüler. Belirli suçlardan içeride yatarlarken ellerinden tek tek hakları alınıyor ve kesinlikle sessiz sedasız bunu kabul etmek gibi bir şeyin söz konusu olmayacağına dair karar veriyorlar. Biz konunun ortasından başlıyoruz filmde. Bir kişi içeri giriyor ve o girdiğinde eylem başlayalı zaten çok olmuş. Aslında öncelikle bir gardiyandan başlıyor konu, sonradan mahkumlara kayıyor.

Demir Leydi'ye karşı -kendisini hiç görmüyoruz ama sesi eksik kalmıyor- yıkanmama ve battaniye eylemi yapıyorlar. Yıkanmama derken oldukça pis sahnelerden geçiyoruz, bütün duvar kağıtları aslında dışkı, kurtçuklarla beraber uyuyorlar, bir anda bütün hücrelerden idrarlar salınıveriyor koridora. Battaniye eylemi ise mahkum kıyafeti giymeyi reddetme üzerine kurulu.

Hapishane pisliğe daha fazla tolerans göstermemek ya da iyice rencide etmek adına elebaşı konumundaki kişiyi yıkayıveriyor. Bütün duvarlar tek tek temizleniyor. Bunlara karşılık olarak da giyim hakkı (!) veriliyor, sadece İngiliz kıyafetleri elbette.

Filmin tarafsız bakmak gibi bir derdi kesinlikle yok. Hatta alabildiğine taraflı yaklaşımı mutlu edici. Ne şiş yansın ne kebap gibi bir duruma kesinlikle girmiyor. Eleştiriyor ama bunu da taraflı yapıyor. "Aman İngilizleri de kırmayalım bu arada canım" demiyor.

Bu sessiz ilerleyen film yarısını geçince boyut değiştirmeye karar veriyor. Elebaşı mahkum ve rahip arasında bir muhabbet başlıyor ve bütün filme yayılabilecek o diyaloglar bir anda takır takır saydırılmaya başlıyor. Sanki filmin o ana kadar olan sessizliğinin öcünü almak istercesine o kadar hızlı konuşuyorlar ki, takibi zor ama katkısı büyük muhteşem bir 20-25 dakika bekliyor bizi.Her şeyin konuşulduğu o sahnenin konuşmalarına dair bir ipucu vermeyeceğim, zira beklenmedik bir anda beklenmedik yönlere giden o konuşma hem filmin konusuna hem de akışına o kadar keskin bir dönüş yaptırıyor ki söyleyince filmin havası kaçar sanki. Ancak ilk 10 dakikasında hiç oynamayan kamera da bu konuşmanın 3. kişisi gibi muhteşem bir rol üstlenmiş. Kim konuşursa konuşsun sadece iki kenardan kişileri, ve onların arasındaki o boşluğu alan kamera kullanımına ben şapka çıkarttım ve hala da hayranlıkla anmaktayım.

Bu muhteşem diyalog sahnesinden sonrası açlık grevi. Bir insanın açlık grevi sırasında çektiği her türlü acıyı -hem de bize hiç acımadan- filme çekmiş yönetmen. Her türlü yarayı, o yaraya dokunulunca verilen tepkiyi, günden günde erimeyi tek tek gösteriyor. Gayet sessiz ve bir o kadar da vurucu bir şekilde film bitiyor sonrasında. Hemen öyle şipşak filan sanılmasın, gayet uzun uzun açlık grevi sahneleriyle hem de.
Politik bir film çekip politik bir tavır da takındığı için çok sevmiş olabilirim bu filmi. Ya da Michael Fassbender'dan muhteşem bir oyunculuk izlediğimiz için. Ya da sadece o diyalog sahnesi için bile sevmiş olabilirim. O sessizliğin bir anda kırılıp yeniden o sessizliğe dönüşü bir o kadar beklenmedik yaptığı için olabilir. Bir yönetmenin ilk filminde bu kadar güzel sahnelerle donatıp bir o kadar da cesur olduğu için de olabilir. Netice itibariyle gerçekten çok sevdiğim ve bir daha izlemeye de cesaret edemeyebileceğim bir film görmüş oldum.

7 Temmuz 2009 Salı

Zavet - De Get!

-Uzun bir aradan sonra dönüşü neden nefret ettiğim bir filmi yazarak yapıyorum hiçbir fikrim yok. -

Bu filmi Emir Kusturica'nın çektiğine inanmıyorum. Hatta inanmak da istemiyorum. Bu filmi mümkün olan en kısa sürede unutmak, kafamdan çıkarabilmek için kelimelere döküyorum sanırım.

İlk 20 dakikası çok eğlenceli bir köy filmi gibi duran bu film, tam alıştığınız ve artık bırakamayacağınız anda şehir hayatına geçerek ters köşe yapıyor. O köy hayatının samimiyeti komple yok oluyor ve hızla unutulmak istenen bir filme dönüşüyor.

Konu basit ama eğlenceli görünen, ama ne basitliği ne de eğlenceyi veremeyen cinsten. Esas oğlumuzun dedesi artık ölümün yaklaştığını düşünerek çocuğu şehre gönderir ve kendisine söz verdirir: İneklerini satıp, bir Aziz ikonası, bir hatıra ve bir gelin almadan gelmeyecektir. Tam bu noktaya bir dip not düşelim: Zavet söz vermek anlamına geliyor.

Tsane'nin öyküsü o çocuk birazcık daha büyük olsa belki eğlenceli olabilirdi ama o kadar küçük bir çocuk için bu hikaye hiç keyifli olmamış.

Köy kısmından başlayalım en iyisi yazmaya. Köyde dedesiyle yaşayan Tsane keyifli bir çocuk. Okula gidiyor, ama okulun tek öğrencisi. Müfettiş geliyor bir gün ve okulu kapatma kararı alıyor. Bu arada müfettiş dedenin de aşık olduğu öğretmene aşık oluyor. Bu sahneler müthiş yaratıcı ve canlı. Bir o kadar eğlenceli ve merak uyandırıcı, çünkü dede yaratıcı bir kişilik, ve bir elmalı havuz sahnesi var ki gerçekten çok çok güzeldi. Dede havuz/banyoya tamamen yüzeyini kaplayacak şekilde elmaları döküyor ve çocuk süt banyosu gibi elma banyosu yapıyor. Elmalar da köy elması!

Bu 15-20 dakikalık keyifli bile sayılabilecek zamandan sonra şehir kabusu başlıyor. Şehir kabusunun daha ilk sahnesinde hayvanlarla ilişki konuşması giriyor ki, öyle çok yenilir cinsten değil. Yaklaşık 5 dakika süren bu sahne, en sonunda yeter be dedirtiyor. İşin enteresan yanı bütün film boyunca bu hayvanlara eziyet muhabbeti sürüp gidiyor.

Tsane bu hayvan manyağı adamla karşılaşıyor. Tsane dediğimizde hepi topu 10 yaşlarında bir çocuk. İneği çaldırıyor, peşinden gidiyor. Türlü maceraya balıklama dalıyor, arada da aşık oluyor.

Aşık olduğu kızı köprüde görüyor. Jasna şehirde yaşayan bir öğrenci. Annesiyle kalıyor. Anne striptizci ama öğretmen sanıyor bizim kızımız, ya da öyle kabul ediyor. Her ne olursa bu filme bir dram ya da duygu katmıyor. Zaten herkes her şeyi fazlaca kolay kabul ediyor, ama bir mantık çerçevesinde değil. Sanırım film zaten genel olarak 6-10 yaş için çevrilmiş.

Bundan sonrası Jasna'yı ayartmak, kötü adamları def etmek, dedenin yanına dönebilmek gibi özetlenebilir. Dedenin köyünde de curcuna durmamakta, herkes azgın öğretmeni kapmaya çalışmaktadır.

Tsane şehirde dedenin bir yakının akrabaları olan her şeye kafa atabilen iki kardeşten yardım almaktadır. Bu iki kardeş de hayvan meraklısı adamla iş yapmaktadır. Hayvan meraklısı adam bir kulüp işletmetedir, ve striptizciler çalıştırmaktadır. Tsane'nin ilk kez milli olması için onun hizmetine verdikleri kişi ise Jasna'nın annesidir. Jasna ise Tsane'nin biricik aşkı. İşte böyle halka şeklinde kişi bağlantısı var filmde. Elbette neticede iyiler birlik olur, kötüleri alt ederler. Bu esnada bizim de içimiz bayılır, o ayrı.
O kadar çok hayvanlarla ilişki konusu geçiyor ki filmde, bir yerden sonra cidden uzaklaştırıyor filmden.

Durmaksızın hareket var filmde. Saniye durmuyor, ama öyle hiperaktiflik hareketi şeklinde de değil açıkçası, bir yerden sonra çok fena bayıyor. Özetle bu filmi Emir Kusturica'nın çektiğine inanmıyorum. Hatta inanmak da istemiyorum. Ve en kısa sürede unutmak istiyorum.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Cennet (Sadece Görsel)

Görselliği 10 numara olan film, Engin Altan Düzyatan'ın da genel olarak çok güzel oynadığı film ve çok yere dokunacağız diye darmadağın olmuş bir film.Film jeneriğinden itibaren bir görsel güzellik izleyeceğinizi belli ediyor, genel olarak da Cennet olarak tabir edeceğimiz sahnelerin görselliğini çok güzel yakalamış. Ancak cennet halinden çıkıp gerçekliğe dönünce re-Araf'la karşılaşıyoruz, yeşil-mavi bir görünüm, havada kalan konuşmalar...

Kendini küçük bir yaşına kilitlemiş, zeka geriliği de olduğu tahmin edilen 29 yaşındaki A.'nın hikayesini izliyoruz. 15 yıldır kendisini tedavi eden doktorunun beceremediği şeyi yeni yetme bir doktor başarmaya çalışıyor ve onu biraz olsun kabuğundan çıkartmayı hedefliyor. Bunu yaparken bir yanıyla son derece masum diğer yanıyla bir kobay arayan bilim kadını. Bir şekilde bu çocuğu hastaneye yatırıyorlar, ondaki durumu anlamaya çalışıyorlar. Çocuğun durumu zaten genelin çok dışında, zeka geriliği olmasına karşın inanılmaz bir hayal gücü var, bazen hiçbir şeyi anlamazken bazen bir laf yapıştırıyor, karşısındakiler ağızları açık bakıyorlar.

Adı Can olmayan bu karaktere inatla herkes Can diyor, onlar Can dedikçe o düzeltiyor, "hayır" diyor "A'nın adı A, Can değil" diyor. Bu geliştirdiği karaktere de sıkı sıkı sarılıyor ta ki ona A. diye hitap eden kız ve o doktor gelene kadar. Kız kendi deyimiyle şifofren ya da zikoffen hastalığından muzdarip, A'nın yanından hiç ayrılmayan biri, bir çeşit arkadaşlık kuruyorlar kızla. Sonra doktor çıkıyor ortaya, kızdan uzaklaştıkça A'dan da bir o kadar uzaklaşıyor oğlan, "tedavi"lere yanıt veriyor, Cennet'ini terk etmekle etmemek arasında bir gidiş geliş yaşıyor. Genel olarak buraya kadar iyi kotarılmış kurgu işe bu noktadan sonra saçmalıyor, ilaç sektörünün pisliğine de değineyim, etik dışı doktorlara da değineyim, psikolojik sorunlara da, sonra normallik nedir biraz da bunu tartışayım, mutluluğun ne olduğu üzerine kafa yorayım, tedavi gören zeka geriliği olan deli de olsa erkek erkektir gerçeğini de ıskalamayayım, geçmişte yatan sorunları da bir anda ortaya çıkarayım bunların hepsini de yarım saat içinde yapayım deyince hakikaten o ana kadar beslenen umudu söndürüyor ve ne yazık ki zaman kaybına kayıveriyor bir anda.
15 yıldır tedavi eden doktorun aklına gelmeyen her şeyin bir anda o yeni yetme doktorun aklına geliyor oluşu filan çok acemice kalıyor gerçekten, ve Araf filmini bu noktadan itibaren anmaya başlıyorsunuz.

Halbuki görselliği hala 10 numarayken ve Engin Altan Düzyatan gibi bir adam oynarken o konu tamamiyle hastanede sıkışmışlık duygusuyla geçseydi ne kadar da güzel olurdu. Bir karakter hikayesinden çıkartmasalardı, geçmişteki sorunları yine bir anda çıkartsalardı ve sonu yine aynı şimdiki gibi olsaydı ama o arada sırıtan yarım saat olmasaydı elimizde ne kadar da güzel bir filmimiz olabilirdi. Çok çok kötü diyemem filme ama umulanı vermediğinden bir tür hayal kırıklığı yaratıyor. Sonu ise konunun gelişimine uymuş, zaten şen şakrak bir şekilde bitse anlamsız olurdu, bu bitiş kurguya tam oturmuş.

21 Nisan 2009 Salı

Revolutionary Road ve Yer Yer Titanic Karakterleri

8 yıldır evli olan bir çiftin hayalleri ve hayatları üzerine bir film. Öncelikle bu sefer de kesinlikle objektif bir bakış açımın olmadığını belirtmeliyim. Şahsen izlerken Titanik mutlu sonla bitseydi işte gelecekleri durum buydu dercesine izledim filmi. İnanılmaz bir şekilde bir anda başlayan aşk, ve aynı vuruculukla o aşkın bitişi.Oyuncu olmak için tutku derecesinde bağlılıkları olan bir kadın April. Titanik'de Rose olduğunda da, Jack tutkusu için herkesi hiçe sayabiliyordu. Zenginliği tutku haline getirmemiş olması onun başka şeylere tutkuyla bağlanmaması için bir sebep değildi, zaten zenginliği tattığı için fakirliğin samimiyetine özeniyordu. Bu filmde de tam tersi, zenginliği ve başarıyı hiç tatmadığı için kuralları yıkmayı tutku haline getirmiş bir kadın. April belki yine zengin biri olmuş olsa, bu sefer de fakir yerlerde yeni maceralar peşinde koşabilirdi. Tek umudu Paris, çünkü burada sınırlarını zorlayabileceği kadar zorlamış, artık yeni tutkular bulması lazım, evi o geçindirse mesela ne kadar da güzel olur değil mi? İşte bu fikir aklına geldiği anda balıklama atlıyor ve hemen bunun yollarını araştırıyor. Sevgili kocası Frank'e bunu kabul ettirmenin yolunu bulmak için her şeyi denemekten çekinmiyor.

Frank, dışarıdan bakınca yeniliğe açık, ama gerçekte değerlerine bağlı, biraz dediği yapılsın isteyen biraz da boyun eğen bir tavır sergileyen bir karakter. Her sorunu çözümlemek istiyor, bu konuda daha dürüst davranıyor, ama neticede April'i, April'ın onu sevdiğinden çok daha fazla seviyor. Ama kendi hayatını daha önde tutan biri aynı zamanda Frank, Paris'e taşınma fikrine kapıldığı anda gelen terfiyi reddetmekle etmemek arasındaki karar aşamasında o büyük hayallerin hepsini bir anda arkaya atabiliyor ve bunu yaparken o baskın April'e sormayı düşünmüyor bile. Neticede o evin erkeği ve kararları o verir.

April bunu kabul eder mi peki? Etmez mi? Edebilir de etmeyebilir de, işte bu da filmin en güzel noktası. Çünkü April ne yapacağı önceden kestirilemeyecek kadar belirsiz bir karakter, bir anda hiç beklenilmeyen bir tepki verebilirken bir anda tam da düşündüğünüz şeyi yapabiliyor. En çok bu yönü belki de bana Rose'u hatırlattı, o da kafasına estiği gibi davranmakla aristokrasi kuralları arasına sıkıştığı anlarda hangisini seçeceğini -zaman zaman- tam olarak kestiremediğimiz biri olabiliyordu.

Titanik'teki Jack, yine kararları aslında kendisi alan ama bunu çok da çaktırmayan biriydi. Yine biraz kendi hayatını önde tutabiliyordu, ama ne olursa olsun Rose'u en en önde tutuyordu. Rose için kendi hayatını veren bir karakterdi kısaca, ama Frank bunun tam tersi, kendi kariyeri için April'i -belki de o kadar da farkında olmadan- harcıyor. Kendi aldatmasını "hiç önemli değildi, bir anlamı da yoktu, takılma sen, seni seviyorum ben" diye geçiştirebiliyorken, April'in "ama ben seni sevmiyorum" deyişini çok büyük bir krize çevirebilecek kadar da obsesif, kendi yaptıklarının tamamını göz ardı ederken, kendine yapılan her şeyin farkında olması da enteresan. Hayatta tek korkusu April'in kendini sevmemesi gibi davransa, ve kıyamet koptuktan sonraki gün "benden gerçekten nefret etmiyorsun değil mi?" diye sorsa da, bunun aksi için de pek bir çaba harcamıyor.

April Frank'e aldattığını hiç söylemiyor mesela, ki kendisi için gerçekten zerre değeri yok o aldatmanın, sadece bir tür hınç alma, ama Frank'i sevse de sevmese de, onu yaralayacak her türlü lafı etmekten çekinmese de aldattığını söylemiyor. Böylesi tahmin edilemez bir karakter oluşu filmi daha bir güzel kılıyor. Rose da aldatan bir kişiydi unutmamak lazım. Tamam belki Jack'i hiç aldatmadı, ama Jack'le tanıştığında nişanlıydı.
Karakterleri bazında aşağı yukarı böyle bir film, filmin en ilginç karakteri ise ne Frank ne de April, sinir krizleri geçiren matematikçi Michael. Her şeyi çok net gören, söylenmek istemeyenleri söyleyen, hem de doğrudan söyleyen, hiç çekinmeyen ve zaman zaman da deliliğin ardına şahane bir şekilde sığınan çok değişik bir karakter. Zaten filmin dönüş noktasının sebebi de kendisi.

Neticede mutlu gibi başlayan mutsuzluğu garanti, birbirini seven ama sevmeyen bir çiftin öyküsünü izliyoruz. Çevre baskısını ve ne derece cesaret kırıcı olduklarını görüyoruz. Farklılığa tahammülsüzlüğü gözleyip, arkadan konuşmalara irkiliyoruz. En değişik insanlar bile olsa unutulmanın, daha doğrusu unutmak istemenin kolaylığı karşısında hayrete düşüyoruz. Kate'in performasına hayran olup, nasıl olup da öyle güzel Amerikan aksanı yaptığına anlam veremiyorken, yanında nispeten tıfıl kalan Leonardo di Caprio'yu ise uzun süredir en iyi rol yapışıyla izliyoruz. Bu arada resimlerden görüldüğü üzere Frank'in April'e bakışı hep çok yumuşak, hep çok duygulu, çok aşık ve çok güzel.

10 Nisan 2009 Cuma

Kate & The Reader

--Gene kişisel bir notla başlıyorum, bıkkın duy sesimi, anladın sen onu!--

Kate Winslet'i oldum olası sevmişimdir, oyuncu olarak sevmemin yanında sanıyorum inatla kilo vermeyen o haline de bayılıyor olabilirim. Hatta bir açıklamasında "boşuna bana kilo ver artık deyip de çenelerini yormasınlar, oyunuma baksınlar, ben vücudumu bu hali ile seviyorum" gibisine bir şeyler dediğini okumuştum. Titanic ile hayatımıza giren bu kadını ben en son The Reader'da izledim, ki Oscar'ı nasıl aldığını göreyim, bu kadar ağladığına değdi mi Kate diyeyim diye.

Bu sene Oscar'lar için çok bereketli bir yıldı bence, neredeyse bütün filmler iddialıydı. Hatta Slumdog gibi bir muhteşem olmasaydı, son derece çekişmeli de geçebilirdi, ve The Reader da büyük ihtimalle ödüllerle dönebilirdi.Okuma-yazma bilmeyen cahil ama dirayetli bir kadının, okuma-yazması olmamasından utanması ve bunu yüzünden caniliği bile üstüne alması gibi özetlenebilir aslında film. Güçlü bir kadın olan Hanna, kitapları çok seviyor, ve birileri kendine okusun diye onları kullanmaktan çekinmiyor. Daha doğrusu, aslında onları kullandığının farkında olduğundan bile şüpheliyim, sadece daha çok şey okutmak istiyor, bunu zamanı, mekanı ve koşulları çok da önemli değil. İster ona aşık olan ve ilk cinsel deneyimlerini onunla yaşayan bir oğlan çocuğu olsun, ister bir nazi kampı.

Filmin ilk yarısı o oğlan çocuğunun kadına duyduğu biraz da hastalıklı bağlılığı izliyoruz, ancak ilk cinsel deneyim olduğu için aslında kadına mı bağlı yoksa cinsel deneyimlerine mi tam da emin olamıyoruz, ama Hanna'yı kaybetmeyi göze alamıyor, ve bunun için ne gerekiyorsa yapıyor. Olayın Hanna yönü ise, işleri karışıklaştırmaksızın kitap okuma karşılığı seks. Ancak bir kez bile okuma bilmediğini söyleyemeyecek kadar da kibirli. Asla belli etmiyor bunu, ve oğlan 10 yıl sonra gerçeğin farkına varıyor.

Sonra bu romantizm/yasak aşk olayı Michael'ın kadına fazlaca bağlanmasıyla son buluyor, pılısını pırtısını toplayıp bir anda yok oluyor Hanna. Bir süre bekleyen çocuk kendi hayatını kurmaya başlıyor. Hikaye burada kesiliyor, sonra 8 sene ileriye gidiyoruz, çocuk artık büyümüş, üniversitede hukuk okuyor, ve canlı canlı bir mahkeme salonuna gidilen bir dersle yine Hanna ile karşılaşmalarını görüyoruz. Aslında kendini göstermeksizin izliyor, bir yanıyla savaşa dışarıdan bakan her Alman gibi, diğer yanıyla kadını tanıdığı için etiğini sorgulayarak.

Filmin bundan sonrası savaş ve etik üzerine... Hanna çok büyük bir suçla yargılanan bir grup gardiyandan biri, çok açık bir kadın olduğu ve her şeyi düz mantıkla gördüğü için "hepimiz ne gerekiyorsa yaptık, yapmamalı mıydık?" diyor. Tabii bunu herkes oh iyi ki de yaptık gibi anlıyor ancak Hanna'yı tanıyan biz seyirciler bunu "yapmasaydım ne yapacaktım, ben yapmasam başkası yapacaktı, emir buydu" gibi anlıyoruz. Sonra "siz olsanız ne yapardınız?" diye soruyor hakime, "en başta o şirkete yazılarak mı hata ettim? Ben sadece bir gardiyandım, diğerlerinin gelebilmesi için yer açmam gerekiyordu, o yüzden ölüme gönderilecek olanları seçtim" diyor. Sonrası itiraflar ve iftiralar. Bir grup yahudiyi kiliseye koyup yakmakla ve sonra da raporunu yazmış olmakla suçlandığında bile okuma-yazma bilmediğini söylemiyor, ömür boyu hapis cezasını bu bilmezliğe yeğ tutuyor.

Film sonra yine yön değiştiriyor, esas oğlanımızın -büyüdüğü için artık esas adamımız diye anabiliriz- ahlak ikilemlerine geçiş yapıyoruz. Bildiğiyle sevdiği arasındaki uçurumla boğuşmasını izliyoruz, ve sonrasında yine kitap okumalar geliyor. Adamın o kitapları okuyor olması filme öyle güzel bir derinlik katıyor ki, bence çok çok güzel düşünülmüş.

Aslında film genel olarak çok güzel düşünülmüş, almışlar her türlü ahlaki kavramı, evirmişler çevirmişler, hepsine ters taraftan nasıl bakılabileceğini göstermişler. Her türlü etik bigilerinizi sorgulatmayı amaçlamışlar, ve bunu Alman bir kadının yanlışlarıyla gösermişler. Hiç bir saniye Hanna'ya hak vermezken bile bir yanınızla da seviyorsunuz bu karakteri. O güçlü görüntünün altında o bilgiye aç, karşı koymak için bile bilgisinin olmaması hali içinizi parçalıyor. Ne zaman ki bir şeyleri öğrenmeye başlıyor, o zaman karakterindeki ve duruşundaki değişim de çok güzel yansıtılmış.

Film "Almanların hepsi kötü değildir" gibi bir hava taşısa da etik kavram sorgulamasıyla çok hoşuma gitti benim. Bir de o kadar keskin dönüşleri var ki filmin, hayran olmamak elde değil... Aşk konusunu kestikten sonra bir daha geri dönmüyorlar mesela, suçlama konusunu da. Bir konuyu bitirmeye karar verdikleri anda bir daha geri dönmüyorlar ve bu keskinlik filmin temel yapılarından birini oluşturmuş. Zor konusuna rağmen su gibi izlenen bir film olmuş, ve Kate'i hala çok seviyorum, hem de o ağlak heyecanlı Oscar konuşmasına rağmen. Ancak belirtmeden geçemeyeceğim, film sadece Kate'in filmi değil, kesinlikle David Kross ve Ralph Fiennes muhteşem oynamışlar, hatta yer yer konunun gerektirdiği şekilde Kate Winslet David Kross'a eşlik eder gibi olmuş, böyle egosuz oyuncu görmek de ayrı bir zevk.