28 Şubat 2009 Cumartesi

Kurgunun Kurgusu No:1, The Purple Rose of Cairo

Kurguyla gerçeğin içiçe geçtiği filmler seyirci için farklı bir deneyim sunar, tabii konu filmler olunca buna kurgunun kurguyla içiçe geçmesi demem daha uygun. Sırf bu konuya olan takıntısı nedeniyle Satoshi Kon'un filmlerini keşfeder keşfetmez yutuvermiştim. Benim ilgimi çeken kurgu dünyasıyla gerçekliğin birbirini etkilemesi, ikisinin arasındaki ayırımın bulanıklaşması. Bu kategorinin içinde çok film yer alır, ama aklıma ilk olarak bu Woody Allen filmi geliyor. Bu film rüya, delüzyon ve paranoyalardan uzakta, sinema sahnesinden gerçekliğe atlayan bir film karakterinin hikayesini sakin ve esprili bir dille anlatıyor.

Film Amerika'da büyük bunalım döneminde geçer. Cecilia garson olarak çalışan, serseri kocasıyla yaşayan saf, umutsuz bir genç kadındır. En çok mutlu olduğu yer sinema salonudur ve bir gün işini kaybettiğinde kendini iyice filmlere kaptırır. O sırada sinemada The Purple Rose of Cairo isminde o dönemin yıldızlı, gösterişli hollywood filmlerinden biri oynamaktadır. Filmin maceraperest, iyi niyetli arkeolog karakteri Tom Baxter Cecilia'nın bu filmi defalarca izlediğini farkeder. Şaşkın bakışlar arasında sahneden aşağı iner ve Cecilia'ya aşık olur. Cecilia rüyalarının adamını bulmuştur ancak Tom Baxter'ın firarı film dünyasında da gerçek dünyada da krize yol açar.

Gerçeklikten uzak abartılı bir film karakterinin hayata adaptasyonu filmin komik yanıyken, Cecilia'nın gerçek hayatı acıklı yanını oluşturuyor. Parasızlığın, sevgisizliğin, çaresizliğin kıskacına girmiş, kaçış için hiçbir fırsat bulamayan Cecilia'nın duygusal kaçışını filmler üzerinden yapması, bu filmlerin de kitleleri uyuşturmak, tüketime yöneltmek için kurulmuş bir endüstriye ait olması oldukça trajik. Purple Rose of Cairo'nun karakterleri zenginliğe doymuş, aşk, entrika ve macerayla dolu bir hayat yaşıyorlar. Şehirlerde, kasabalarda hayatlarından bunalmış insanlar ise güçlü erkekler, güzel kadınlarla özdeşleşerek tatmin duygusunu yaşıyorlar. Hollywood ise sadece seyirciye istediğini vermiş oluyor!

Sinema bundan ibaret değil elbet, her şeyden önce çok zengin bir dil. Bu filmde Woody Allen erken dönem Hollywood sinemasından çok daha dürüst ve eleştirel olarak, trajik bir durumu gerçek dünyaya meraklı bir kurgusal karakter aracılığıyla bir kara komediye dönüştürüyor. Olağandışı olaylar göze sokulmadan, gayet doğal bir şekilde ilerliyor, böylece kurgu ve gerçek arasında dikişsiz, yamasız bir bağ kuruluyor. Filmde gerçeküstü olan her şey gerçek hayatı bir yandan farklı bir bakış açısıyla güzelleştirirken, bir yandan acımasızlığını olduğu gibi gözler önüne koyuyor.

Artık replikler konuşsun.

Tom Baxter: [seçim yapması için Cecilia'ya] Seni seviyorum. Dürüst, güvenilir, cesur ve romantiğim. Ayrıca çok iyi öpüşürüm.
Gil Shepherd: Ve ben gerçeğim.

23 Şubat 2009 Pazartesi

İçinden Müzik Geçen Filmler No:0, Nick and Norah's Infinite Playlist

Bu film bir indie romantik komedi. Müziksever liseli gençlerin, daha doğrusu New York'un altını üstüne getiren şanslı veletlerin bir gecesini anlatıyor. Bir Öz-Ankara'lı olarak bu şanslıları görmesem bile onların her zaman orada olduklarını biliyordum, yani kıskanmamın pek bir faydası yok. Aslında bu veletleri O.C.,Gossip Girl vs.'den alabildiğine uzak oldukları için neredeyse sevdim diyebilirim. En az onlar kadar "parti"leri seviyorlar ama yaşlarına göre davranıyorlar. Filmin içinde filizlenen bir aşk, birbirlerini düşünen arkadaşlar, duyguları ifade etmek için doldurulan cd'ler ve şehrin büyüleyici sokakları var. Aynı şeyler mevzu bahis dizilerde de var, tabii ki cd'ler dışında. Bu kadar ezik bir şeyle uğraşmak yerine parti veriyorlardır sanırım. Peki bu filmi izlenebilir kılan şey ne?


Filmi sıradan bir "teenager" komedisi veya sosyete draması olmaktan çıkaran Nick ve Norah
. Gençliğin verdiği acemilikleriyle, arayışlarıyla daha fazla bu dünyaya ait gibiler. Deniyorlar, hata yapıyorlar, geri çekiliyorlar, tekrar deniyorlar. Aşkı yıllarca görmezden gelindikten sonra birisinin ona kendilerini özel hissettirmesi olarak özetleyiveriyorlar. Müzik zevki konusunda ruh ikiz olmaktan bahsediyorlar. İkisinin arasındaki diyaloglar hafiften When Harry Met Sally'i andırıyor. Kavga ediyorlar, küçük konularda çatışıyorlar, birbirlerini oldukları gibi görüp duygularını paylaşmayı beceriyorlar.


Yine de filmde en çok New York'u sevdim. Mükemmel bir şehir. Sarhoş ve yalnız bir kızın başına hiçbir şey gelmiyor. Eşcinsel gençler herkesten onay görüyor. Liseyi yeni bitirdikleri halde veletler arabayla bütün şehri turlayabiliyor ve bir sürü bara girip çıkabiliyorlar. Peşlerinde "şu üniversiteye gitmelisin" diye dolanan hiçbir yetişkin yok. Fazla mükemmel bir dünya. Ya da ben fazla gerçekçi oldum, en azından etrafta hiçbir tehlike görmeden yaşayacak yaşı fena halde geride bıraktım. Yine de diyorum ki, bırakın gençler eğlensin.

Filmin en sevdiğim repliği Norah'dan geliyor:

Norah: Bu çok ilginç. Müzik konusunda ruh ikizim gibisin. Bu inanılmaz. Bir tek The Cure dışında.
Nick: The Cure'un nesi var?
Norah: The Cure'un bir sorunu yok aslında. Sadece isimleri tuhaf. Yani, The Cure (tedavi)? Neyi tedavi ediyorlar? Çaktın mı? İsimleri The Cause (sebep) olmalıydı, değil mi?


Akşamın sürprizi: A Waltz for Bıkkın
  • A-ha - Velvet
  • Jose Gonzalez - Crosses
  • The Streets - Dry Your Eyes
  • Johnny Cash - Hurt
  • Athlete - Wires
  • Wolf Parade - This Heart's on Fire
  • Ilya - Pretty Baby
  • Mum - Weeping Rock, Rock
  • The Whitest Boy Alive - Burning
  • Madeleine Peyroux - Dance Me to the End of Love

22 Şubat 2009 Pazar

Umudun Acıyla Harmanı: Slumdog Millionaire

UYARI: İzlemeyen okumasın tadındadır, çok fazla olmamakla beraber filmin büyüsünü kaçıracak satırlar mevcuttur.

Uzun süredir izlediğim en güzel filmdi diyerek yazıya başlasak sanırım yazının nasıl bir yönde seyredeceğini ilk cümleyle özetlemiş oluruz. Ama bu kesinlikle bir şişirme değil, her şeyi çok güzel düşünülmüş, ilk saniyeden itibaren sizi içine alan öylesi güzel bir film.

İlk sahnede yarışmada cevapları doğru bilen eğitimsiz bir çocuğa işkence uygulanmasını, sonra bir grup Hintli çocuğun havaalanında eğlenmelerini görüyoruz, sonra bunun 10 milyon rupi kazanmış çocuğun geçmişi olduğu öğreniyoruz. Filmin ilk yarısı bu genç adamın çocukluk geçmişine dair, o soruları nereden bildiğine ve bu cevapları biliyor olmasına sevinemeyeceğimiz açlık, sefaletle ve acıyla dolu bir sürü kenar mahalle öyküsüyle bezeli. Ah be çocuk keşke bilmeseydin onun cevabını diyoruz, bir yandan da şüpheyle doluyor içimiz: Yoksa bu çocuk kızla bir oldu hepsini uyduruyor mu? Böylesi bir fotografik hafıza olabilir mi, annesi ölürken kaçışan çocukların karşısına bir anlığına çıkan Buda Heykelinin elindekini 10 küsur yıl sonra hatırlayabilir mi? Bunun cevabını filmin sonlarına doğru alıyoruz, ve büyüdükçe ne kadar kirlendiğimizi, her şeyin ardında başka şeyler aradığımızı kafamıza bir kez daha dank ettiriyor, her şeye rağmen bu hayatta art niyetsiz, amacı olan temiz insanların var olduğuna dair inancımızı pekiştiriyor ve umudumuzu korumamızı sağlıyor, şüpheciliğimizden duyduğumuz utanç da yanımıza kalıyor.
Filmin ikinci yarısı ilk yarıdaki enerjisinin bir kısmını bırakarak başlıyor, ama bunun sebebi de belli, artık o acılar ne bize ne de Jamal'a çocukluktaki gibi basit gelmiyor, her şeyin daha iyi anlaşıldığı, hayatın sadece bir oyundan ibaret olmadığı yaşlara doğru yelken açarken Kim 500 Milyar İster? adlı yarışma sorularının cevaplarını birer birer almaya devam ediyoruz. Normalde yarışma izlerken biri bildiği zaman ne kadar seviniyorsak, bu çocuk bildiği zaman en başlarda seviniyoruz, sonraları her bilişinde üzülüyoruz, sorular arttıkça bizim üzüntümüz de artıyor. Acılar daha da katmerleniyor, onun her soru bilişi içimizde derin yaralar açıyor. İşin tuhafı ise bunların melodrama kesinlikle kaçılmaksızın yalın hatta bazen de dalga geçercesine anlatımı. Son derece ağlak bir film olabilecekken hep bir umut havasının hakimiyeti güzel olan konuyu daha güzelleştiriyor.

Daha ilk dakikadan itibaren kötü karakter olarak karşımıza çıkan kişinin Salim, yani Jamal'ın kardeşi olması ancak bütün kötülüklerinin yanında kardeşini koruması, kardeşini korumak için kamptan kaçarken son saniyede Latika'yı arkasında bırakması bu karaktere dair bütün kötü/iyi duygularımızı yerle bir ediyor ve Salim karakterini hep bir kafa karışıklığı içerisinde izliyoruz. Jamal "seni asla affetmeyeceğim" dediği zaman haklısın be Jamal diyoruz, hemen arkasından Salim "biliyorum" diyince ah yazık buna da diyoruz. Film toptan gri aslında, öyle net çizgileri yok, neticede dümdüz bir mantıkla bakarsak Jamal de yankesici ve dolandırıcı, ama böyle biriyle karşılaştığımızda ne kadar kaçıyorsak Jamal'i o kadar sinemize basıyoruz. Salim yine düz mantıkla bakıldığında bir katil ve mafya üyesi, ancak ilk cinayetini işlerken kardeşinin arkasını topladığından onu da yargılamıyoruz izlerken.

Ve bir an oluyor son soruya geliniyor, filmin başından beri geçen soru bir anda karşısına çıkıyor, ağabeyinin telefonundan çıkan Latika'ya 30 saniye içinde soru sorması gerekirken ilk sorusu "Gerçekten sen misin?" oluyor, soruyu okuyor ve bağlıyor: "Neredesin?", kızın cevabı ise hepsinden güzel: "Güvendeyim..."

Buraya zaten para için gelmediğini biliyoruz, "izler diye umuyorum" diyor, ve o andan itibaren 20 milyon rupiyi almış ya da almamış fark etmiyor onun için, amacı hayatının aşkını bulmaktı, buluyor, bugüne kadar paralı mı yaşadı ki şimdi parasız kalması önemli olsun? Öyle bir "a şıkkı olsun" diyor ki dünya artık onun umurunda değil o omuz silkişinden anlıyoruz bunu, amacına ulaşmış, para ona o anki mutluluğu asla veremez...

O kadar derin şeyler yaşayan bir grubun hala aşka olan tam inancı bizi büyülüyor. Kız son anda "sadece öldükten sonra birlikte olabileceğimizi düşünüyordum artık" derken bile Jamal'a olan bağlılığını ve ümidini görüyoruz. Öldükten sonra bir şekilde kavuşma ümidi ona yetiyor. Jamal ise bir filmde göreceğimiz en inatçı karakterlerden biri, ömrü boyunca Latika'yı arıyor, bulduğu anların hepsi felaket getirse bile asla vazgeçmiyor, ve bu sahipleniş filmin güzelliklerinden sadece biri oluyor.

Konusunun ve çekiminin güzelliği dışında dil de çok önemli bir unsur filmde, çocukken sadece yerel dillerini kullanan Jamal, Salim ve Latika büyüdükçe İngilizce'nin egemenliğine giriyorlar, yarışmada bile bütün yazılar İngilizce iken aralarında zaman zaman yerel lisanı kullanıyorlar. Bunun filmin acılarına kattığı ise bambaşka bir güzellik. Zamanı "Bombay henüz Mumbai olmamışken" diye özetlediği an ise gerçekten muhteşem.

Zaman kurgusu o kadar harika işlenmiş ki filmde, hayran olmamak elde değil... Flashback olayını flashback yapmıyormuş gibi göstermek, amaaan geçmişe dönem filmi işte dedirtmemek, ha bire ya acaba bir sonraki sorusu ne ve nasıl bir acısı oldu ki bunu da bilebildi demek...

Filmin sonu bizi acıyla harmanlayıp öğretiyor: Çok gezen mi bilir çok okuyan mı? İkisi de bilemez, çok yaşayan bilir..

Bütün filmi acılarla bezeli birini oynayarak geçiren Dev Patel ise son dakikada bize bir dans yapıyor, bu kadar süredir nasıl da güzel rol yaptığını bir anda daha iyi anlamamıza sebep oluyor. Ümitle biten bu filmin son sahnesinde jenerik akarken eski Hint filmlerine bir saygı duruşu yapılıyor ve toplu dansta herkes eğleniyor, rolleri değil kendileri dans ediyor sanki, ve o çocuğun ne kadar yetenekli olduğunu, o acılara bizi nasıl inanadırdığını o saniyede daha net fark ediyoruz.

Danny Boyle'a ise sonsuz bir teşekkür kalıyor geriye, hem bu oyuncuları bulduğu için, hem de böylesi bir konuya böylesi de güzel bir film çektiği için. Ufak bir aparmayla bitirelim: Danny hep film çeksin...

18 Şubat 2009 Çarşamba

Arkadaşım Vam, Arkadaşım Pir


Korku filmlerine kaldığım yerden devam ediyorum: Let the Right One In/Låt den rätte komma in. Konusu acımasız çocuklar ve vampirler. Yok, daha doğrusu sadece vampirler. Romanı ve senaryoyu yazan John Ajvide Lindqvist, filmini çeken Tomas Alfredson. Baş karakterler zorba okul arkadaşlarının sataştığı 12 yaşında Oskar ve yanındaki eve taşınan 12+ yaşında kan içici Eli. Film fantastik olduğu kadar dramatik. Vampir geleneklerini aynen sürdürdüğü halde tuhaf derecede gerçekçi bir öyküsü var. Sanırım bunun nedeni yazarın çocukluğundan otobiyografik öğeler taşıması. Ön planda Oskar'ın sıkıntıları, korkuları, gizli eğilimleri var. Büyümek yeterince zor, bir de üstüne okulda tuhaf ve yalnız çocuk olmak, dahası boşanmış ebeveynlerin ayrı evlerinde yaşamak daha da zor.


Fimde korku yaratan etmenlerin büyük kısmı hırpalayan, dalga geçen, tehdit eden kontrolsüz çocuklara ait. Mercan Adası'na değil de Sineklerin Tanrısı'na inanan biri olarak çocukları yırtıcılıkta vampirlere benzetiyorum. Eli ve bakıcısı taşındıktan sonra kasabada olanlar bu güvensizliği bir üst raddeye getiriyor. Ama çocuklar arkadaşlık kuruyorlar. Vampirin herkes için yarattığı tehlike Oskar'a işlemiyor. Bir yandan Eli ümitsiz bir durumda ortaya çıkan Küçük Prens'e benziyor. Ama bu yeni samimi arkadaş aslında şiddet ile dolu. Oskar'ın duyduğu nefreti, almak istediği intikamı cisimleştiriyor, yaşayabilmak için insanları öldürüyor.


Bir korku filminde hem saf hem de acımasız çocuk dünyasını çok iyi kullandığı ve klişe vampir filmlerine farklı bir yorum getirdiği için yazarı çok başarılı buldum. Minik oyuncular da gayet güzel performans veriyorlar. Çocukların yakınlaştığı duygusal sahneler ve bir sürü hatanın yapıldığı öldürme teşebbüsü sahneleri arasında gidip gelmek tuhaf bir etki yaratsa bile bu film izlenir ve benzerlerinden farklı bir yere özenle konur.

16 Şubat 2009 Pazartesi

P.S. I Love You

Şunu itiraf etmekten utanmıyorum, ben bir romantik film bağımlısıyım! Son derece ağlak bir kadın filmi olabilir ama aşkı çok güzeldi bu filmin. Bir dargın bir barışık ama fena derecede aşık bir çiftin, aşklarından beter bir şekilde ölümün onları ayırmasından sonra kadının düştüğü hali ve ölen kocanın onun bu hale düşeceğini bilip de ölmeden yaptığı kurtarma planı gibi özetlenebilir film.

Gerçek şu ki sizi neyin sevindireceğini neyin üzeceğini bilen birinin hayatınızda olması özlemi aslında bu film, etkileyici gücünü buradan alıyor, bir yürüyüş ve bir şarkıyla tavladığı kızın neler istediğini biliyor adam, ve kendisi öldükten sonra neler olacağını da.. Sizi kendinizden bile daha çok tanıyan bir adamın size yine yaşama sevinci vermek için plan yapmasından daha romantik ne olabilir ki? Ve dahası buna inanan bir kadın ve ona destek olan aile ve arkadaşlar.

Hillary Swank güçlü olmayan bir kadın. Kocasının hastalığını biz hiç görmüyoruz, açılış sahnesinde aralarında nasıl bir aşk olduğunu görüyoruz, sonraki sahnede adamın arkasından yas tutuyorlar. O aralığı bize göstermemiş olmayı seçmişler, belki bu yıpratıcı süreçte aşklarındaki iniş ve çıkışı yansıtmak istemediler.

Kendini depresyonun sıcak kollarına bırakan ve kocasını çok özleyen kadına bir gün kocasından mektuplar gelmeye başlıyor, onun yazı tarzıyla, sadece onun bildiği şeylerden bahseden mektuplar, ama mektuplarda bir tehdit var: "eğer" diyor "sana burada dediğimi yapmazsan bir daha mektup alamazsın". Kadın bir sonraki mektup uğruna kendini toplarlıyor, yaşadığı şeyleri hatırlamaktan korkmaz hale geliyor. Kocasını anabilir, onun hakkında ağlamadan konuşabilir, ve en önemlisi kendi ayakları üzerinde durabilir hale geliyor. Onu özlüyor, bunu devamlı söylüyor, ama özlemek yüzünden yaşamamak noktasından özleyerek yaşamaya kocasının mektupları sayesinde geçiyor.

Kocasının en güzel yanı o deli doluluğa rağmen karısına olan aşkı ve inancı, ve Gerard Butler bu rolde bize böyle romantik bir insan olduğuna inandırıyor. Mektuplardaki yazılar çok sade ve çok güzel. Ve en güzel olay mektupların sonsuza dek gelmeyecek şekilde ayarlamış olması, son mektubunda bunu belirtiyor: "Bundan sonra sana başka mektup yok, benimle olan hayatın burada bitiyor, artık kendine ait başka bir hayata geçiyorsun, bundan suçluluk duymayacaksın, beni hep seveceksin, ben de seni hep seveceğim, ve sen mutlu olmak için elinden geleni yapacaksın, bunu benim için yapacaksın" tadında bir grup sözle birlikteliğini en güzel şekilde bitiriyor adam ve ekliyor: "Not: Seni Seviyorum..."

Film çok özel ya da çok güzel bir film değil, ama o duygu seli -filmin son kısımlarını atarsak- izleyiciyi kıskacına alıveren cinsten. Dedik ya böylesi bir aşkı gözümüzle gördüğümüzde yarattığı patlama ve inanma isteği çok değişik. Zaten hepimiz bizi kendimizden bile daha iyi tanıyan birinin çıkacağına inanırız, ya da inanmak isteriz.

14 Şubat 2009 Cumartesi

Umudun Kırıldığı An: YOL

Hiçbir şeyi aklamayan, yargılamayan, karakterlerini muhteşem insanlar ama işte mapusa düşmüşler gibi göstermeyen, sadece olduğu gibi dile getiren bir filmdir YOL. Cahilliklerini, yetişme tarzlarını, akıllarını ya da akılsızlıklarını çok fena bir şekilde yüzümüze vurur. Yan karakterlerden biri "ben ne savcıyım ne de hakim, seni yargılayamam neden sır saklamaya devam ediyorsun ki" dediğinde içimizi acıtan gerçeklerden birini filmin daha başında görüveririz.

Aslında filmi vurucu yapan şey umutla başlayıp her şeyin kötüye gidişi, daha fenası bu kötü gidişe bizi hazırlaması, o şeylerin olacağını bilmemiz buna rağmen olmamasını dilememiz, ve bizi aksine inandırmak isteyen yüreklerimize karşı fazlasıyla gerçek olan duruşu.

Daha ilk andan biz o karakterlerin belli suçlar için hapse düştüğünü biliriz, ama film boyunca 2 karakter haricinde ne yaptıklarını öğrenmeyiz, dahası tek bir kişinin vicdan hesaplaşmasını görürüz, onun dışındakileri yargılamak ya da aklamak gibi bir derdi yoktur, ki o vicdan hesabı yapan kişiyi de ne aklar ne de yargılar, sadece böyle olmuştur der.

Filmde çok iç acıtıcı sahne var, düşündükçe de çoğalıyor. Bir kısmı basit bir kısmı konunun özü, ama pek çok yürek burkan sahne. Tarık Akan atı vurmakla vurmamak arasında gidip gelişi, karısını kurtarmayı istemekle kurtarmamak arasında kalışı, çocuğun annesini kurtarmak istediğini farkına varışı, izin kağıdını kaybeden adamın durumunu tel örgülerle konan kuşlarla birebir aynı oluşu, Şerif Sezerin ölümü dileyişi, Meral Orhonsay'ın bile bile ölüme gidişi, yine Meral Orhonsay'ın rezil damgasını yiyeceğini ve kocasını 3 gün sonra cezaevine teslim edeceğini bilmesine rağmen peşinden gidişi, 1 haftalık izinin 5 gününün yola gidişi, ama en acısı kaybolan umudumuz. o kadar mutlu ve umutlu çıkan herkesin daha da kararmış birer yaşamla cezaevlerine dönmeleri, dönmemeleri ya da dönememeleri. Ölülerine sahip çıkamayan insanlar, kocasının ölümüne üzülemeden kayınbiraderinin karısı olan gelin, ya da başka birinden hoşlanırken ve o kız da ondan hoşlanırken kardeşinin asla dönemeyeceğini bildiği için evlenemeyen ve nihayetinde dönemeyen kardeşinin karısına koca olan Ömer.

Film hiç sorgulamaz, töre kötüdür, insanlar bu kafadadır demez, sadece olanı gösterir, hatta zaman zaman belgesel gibi bir havada yapar bunu. Belgesellik anlarını en çok Diyarbakır'a varmaya çalışan Halil Ergün'ün gözlerinden görürüz. Terör ya da kaçakçılık kötüdür demez, ama arkada kalan insanların hali budur der. Karısını kendi elleriyle öldürmeyi reddeden ama karısının ölüsünü teslim eden Tarık Akan'a kayınbiraderin bakışını bile yargılamaz film. Kadınların ezikliğini yargılamaz. Kerhaneye düşerseniz töre sizi öldürür demez, bu ölümün kocası ve oğlu üzerinde nasıl bir etki bırakacağını düşündürür. Aslında filmin özelliği bu galiba, film devamlı olarak düşündürür, hep bir önceki sahnede gördüğümüz şeyin ağırlığını düşünür ve eziliriz.

Filmin bir diğer güzel yanı bir hikayeyi bitirip diğerine başlıyor olmayışı, hikayelerde bir anda birinden diğerine geçiş yapıyor, bir an karlar içinde debelenmeyi ardından Adana'da rakı keyfi yapmayı izliyoruz. Aynı yerden geldiklerine olan algımızı bozuyor, aynı hafta içinde farklı yerlerde farklı iklimleri göstererek zaman kavramımızı yerle bir ediyor, sanki bütün bu olanlar 1 haftada değil de 1 yılda olmuş gibi hissediveriyoruz. Bu sahneden sahneye atlayarak algı bozmanın tam tersini Uğur Yücel Yazı/Tura'da bir hikayeyi bitirip diğerine başlayarak yapmıştı, yine iklimler ve mekanlar farklıydı ve biz bu hikayelerin hemen hemen aynı zamanlarda geçtiğini göz ardı ederek kesişmeyi beklemiştik, son anda verilen kesişme bütün film boyunca olan beklentiyi terse çevirmiş ve filmin kurgusunu çok güzelleştirmişti. Orta yol yerine iki ayrı ucu algı bozarak yapan filmlerin yeri gerçeken de çok ayrı oluyor.

Yasaklı filmdi bir zamanlar, ancak belli bir propagandası da yok aslında filmin, büyük ihtimalle o muhteşem belgesel tadı yüzünden yasaklanmış, ya da sadece Yılmaz Güney'in adı yüzünden. Askerleri de mutlak kötü gibi göstermiyor aslında, sıkı yönetimi eleştiriyor, ama bütün askerler berbat insanlardır, şöyledir böyledir demek yerine askerleri çoğunlukla kibar konuşan ama dediğini/denileni yapan kişiler gibi gösteriyor. Tarık Akan'ın neden Konya'da kalmadığını sorarken beklenmedik bir şekilde yoluna devam etmesine izin veriyorlar mesela, aynı şekilde izin kağıdını kaybeden kişinin işlemini ise uzatıyorlar. Ne iyi ne de kötü ama hep bir baskıcı obje gibi görüyoruz sanki.

Bir de eskiden "ben mahkumum, şu anda izindeyim" dendiğinde insanların bu duruma daha hoşgörülü olduğunu görüyoruz. Şimdi bir mahkumun yanına yaklaşmaktan korkuyor pek çok kişi. Bunda Amerikan filmlerinin etkisi yadsınamaz, çünkü pek çok filmde kötü olaylar hep mahkumlardan, kaçaklardan çıkmıştır, bir nevi psikolojik olarak mahkum görünce kaç etkisini yerleştirdiler.
Romantik bir nesil değiliz biz, politik bir nesil de değiliz, olayları olduğu gibi kabullenme eğiliminde olan bir nesiliz, ama umudu koruyoruz, işte belki de bu yüzden bu tür filmler bizi derinlerden vuruyor. İzlediğimiz ilk toplum-töre-suç gibi kavramları barındıran film değil bu ama fazlasıyla gerçek ve olmamasını dilediğimiz her şeyin yavaş yavaş oluşuyla ve o çocuklara ne oldu peki dedirtmesiyle umut kırıcı...

12 Şubat 2009 Perşembe

Karakter Tahlili: JOKER

--İlk Batman'den başlanıp daha ziyade son Batmen'e ağırlık verilerek yazılmış bir incelemedir.--

Gelmiş geçmiş en acayip karakterlerden biri Joker'dir herhalde. Bu yüzünü hiç görmediğimiz adamı önce Jack Nicholson efsaneleştirdi, sonra Heath Ledger efsanesine efsane kattı, hatta O Joker'e ne kattıysa, Joker de O'na kattı ve adam ölürken ölümsüz Joker olarak hafızalara kazındı.

Joker ilk Batman filminin düşman karakteriydi. İnsanlara bir şekilde yanına sokulma izni verip sonra yakasındaki çiçeğinden yüzlerini yakacak şekilde asit atan bir düşman karakterdi. İlk Batman filminde Bruce Wayne'e karşı Joker tam bir düşmandı, ki Gotham City'nin o gotik havasının aksine renkli ruhlu giyinip palyaço makyajı yapan bu adamı belki Batman'in ilk filmi kadar hafızalarımıza kazıdık. Çocukluğumuza denk gelen bu filmdeki Joker'den ürktük ama sevdik de bir yandan, yüzünden geçmeyen o gülümseme ve Jack Nicholson'un o muhteşem oyunuydu belki de Batman'i bu denli sevmemizin sebebi . Tabii Joker'in o gülen yüzünün Bruce Wayne'in devamlı depresif olan ruh haliyle taban tabana zıt oluşu filmi cazip kılan faktörlerin önde gelenlerindendi. Asit atma hikayesini ise kendi yüzünün yanıklığıyla bağdaştırmışık, ki bu filmde geçen konulardan biriydi.İşte tam bu noktada Heath Ledger'ın Joker'ine atlayabiliriz sanırım. Heath'in Joker'i yaptığı kötülükleri kesinlikle yüzünün durumuna bağlamayan daha güçlü bir karakter. Kaostan beslenen bir adam olduğu için yenilmesi çok güç. Aynı renkli kıyafetler ve makyaj onda palyaço gibi durmuyor, hatta gerilmemize sebep oluyor. Hareketleri ve giyimi o kadar uyumsuz ki belki bu yüzden hem her şeyi yapabileceğini düşünüyoruz, hem de bu pervasızlığını seviyoruz. Devamlı yalanan ve sesi kısık bu karakter o kadar akıllı ki, her şeyini önceden planlıyor. Her ne kadar kaosu savunsa da ve gücünü kaotik ortamlardan alsa da kendisini kaosa bırakmayı reddeden bir yapısı var. "Plan yapan bir adama benziyor muyum?" diye sorup eylemleriyle bunu yalanlayacak kadar dengesiz. Sarhoş gibi hareket edip akıllı laflar ediyor, her an herkesi manipüle edebilecek şekilde davranıp konuşuyor. Bir süreliğine Batman'e bile gerçekten o benim yüzümden var dedirtip suçlu psikolojisine sokmayı başarıyor.

En garip yanı makyajı gibi dururken kendisi bununla dalga geçerek oyuna 1-0 önde başlıyor, onun zayıf noktasının bu olmadığını herkese başka başka anlattığı o dalgacı hikayelerle kolayca ispatlıyor. Bu sebeple de yenilmesi zor bir karakter. Mimiklerini ve yaralarını gizleyen o makyajının aktığı sahnede bile korkutucu ve sevilesi olmayı başarıyor. Batman'e o anda öyle laflar ediyor ki karşısındakinin boşluklarının ne olduğunu önceden düşündüğünü çok net görebiliyoruz.

Elbette inanılmaz replikler yazılmış. "Seni öldürmeyen şey seni yabancılaştırır" diyor bir yerde. Bir başka anda "Sen iyiliğin en ucunda olduğun için ben varım" diyor Bruce'a. "Aslında ben dengeyim, senin dengeyi bozmanı önlüyorum." "Sen şimdi beni kuralların yüzünden öldürmezsin, ben de seni çok eğlenceli olduğun için öldürmem, sonsuza dek böyle yaşar gideriz" derken Bruce'u alaşağı ediyor. "Beni tehdit edebileceğin hiçbir şey yok" derken kaybedecek hiçbir şeyi olmayan adam en tehlikeli adamdır lafına şahane bir gönderme yapıyor. "Benimle diğerleri gibi konuşma, aramızda bir fark yok, olmasını istesen bile yok. Onlara göre sen de benim gibi bir ucubesin. Sana şu anda ihtiyaçları var, ama ihiyaçları kalmayınca seni de silecekler." dediğinde Batman yansıtmamaya çalışsa da ciddi bir ikileme düşüyor. Batman'in yumuşak karnını bulduğu anda vurmaktan çekinmiyor: "Neler yapabileceğini görmek istedim, ve beni hayal kırıklığına uğratmadın, 5 kişinin ölümüne sebep oldun, Dent'in yerini almasına izin verdin. Benim için bile bunlar çok kötü şeyler".

Onu unutulmaz kılıcak olan sebeplerden biri bu sözleri söylerken takındığı dengesiz tavır. Zaten bu dengesizlik filmin başrolüne oturmuş ve Joker'i Batman'den daha çok sevilir hale getirmiş. Onun bu dengesizliğinin altında söylediklerini yapacağını bilmemiz ona güvenmemizi, yine söylediklerini yapacağını bilmemiz ondan korkmamızı sağlıyor. Hem güveni hem de korkuyu arkasına alan bir karakter zaten en güçlü karakterdir, ve herkes ona karşı çıkmaktan çekinecektir.
Oscar'ı alması büyük ihtimal, ama bunun ölümüne bağlanması role saygısızlık bence, böylesi abuk bir rolü bir karaktere çevirip unutulmayacak bir yer edindirmeye ancak saygı duyulur gibi geliyor. Böylesi bir oyuncunun ölümü ise her seyredişimizde hüzün getiriyor.

Aksın gözümün nuru aksın / Bundan böyle kör baksın

Fernando Merielles'in çektiği Blindness benim için travmatik bir film oldu, etkisinden kurtulmak için absürdleşmem, bu dünyadan kopmam lazım. Jose Saramago'nun romanını nasıl okurdum bilemiyorum, en azından o iki saatin ardından dikkatimi başka taraflara yönelterek gevşeyebildim. Film tıpkı Das Experiment gibi birlikte yaşadığımız insanların koşullar değişince nasıl canavarlaşabileceğinin bir örneği. Fantastik bir hastalığı anlatsa bile en temel korkularımıza seslendiği için filmin gerçekçiliği insanı geriyor. Bir şehirde körlük bulaşıcı bir salgın hastalık olarak yayılmaya başlıyor. Acı vermeyen, belirtisi olmayan bir hastalık bu. Tek bildikleri bulaşıcı olduğu, bu yüzden hastalığı kapan insanlar derhal karantinaya alınıyor. Kör olan bir göz doktorunun eşi görebildiği halde karantinaya giriyor ve olanları bir tek o görebiliyor.

Hastalık bana Romero'nun yaşayan ölülerini anımsattı: bir anda zombiler ayaklanıyor ve saldırarak herkesi zombiye çeviriyorlar Sonrası medeniyetin çöküşü ve kaos. Blindness da zombi filmlerine benzer bir olay örgüsünü takip ediyor. Ancak görselliğe tapılan, gözün diğer duyuları ezdiği bir dünyada herkesin kör olması zombilerin dünyayı ele geçirmesinden daha olası, dolayısıyla çok daha korkutucu bir tehdit. Vahşi bir hayvandan toplumsal bir hayvana olan evrimimizde en başa bu kadar hızlı dönebilmek ise inanılmaz. Empatiden nasibini almamış veya en basitinden aç bir insanın zombiden bir farkı yok aslında. Korku filmleri, doğaüstü veya gerçekçi olsun insanın en eski güdülerine seslendiği zaman daha bir sarsıcı oluyorlar.

Filmde itiraz edeceğim sonu da dahil olmak üzere pek çok şey var. Yine de toplu bir körlüğü anlatan ama onları bizim bakış açımızdan değerlendirebilmek için bir tane görebilen insan bırakan bu romanın başarılı bir şekilde kurgulandığını düşünüyorum. En azından böyle bir korkuyu açığa çıkartıp tartışılacak hale getiriyor. Film "beyaz" körlükten yola çıktığı için donuk bir beyazlığın hakim olduğu görüntülere sahip. Ayrıca görüntünün zaman zaman bulanıklaşıp, beyazlaması, sesin baskınlık kazanması çok başarılı. Hala düşündükçe dehşete kapılıyorum.

Hem Julianne Moore ne kadar da çilli. Çilli bom bom bom. Çilli bom.

11 Şubat 2009 Çarşamba

Virgin Suicides

Hakkında yapılan içi boş, yavan, kopuk, klişe gibi değerlendirmelere hak vermediğim film. Bence Sofia Coppola hikayeyi tam da olması gerektiği gibi anlatıyor. Filmin asıl amacı muhafazakar amerikan ailesini eleştirmek değil. Hatta ailenin davranışı kızları eve hapsetmek dışında o kadar gaddarca değil. Tamam, aslına bakarsak gaddarca ama Türkiye'deki ailelerin büyük kısmının benzer baskıları yaşattığını göz önüne alırsak "normal" bile sayılabilir. Film genel geçer bir ergenlik bunalımı hakkında da değil. Depresyon diye genelleyince, hatta ergenler hayat hakkında ne bilebilir gözüyle bakınca her şeyi basitleştirmiş oluruz. Zaten filmin sonunda bir gencin kendini havuza atıp kızlarla dalga geçmesi çoğu insanın onları anlamadığını gösteriyor.


Lisbon kızlarının hayatları onları uzaktan izleyen gençlerin gözünden takip ediliyor, o yüzden kızların davranışlarına tam olarak anlam verilemiyor.En küçük iki kızın öne çıkan davranışları dışında kızları birbirinden ayıramıyoruz bile. Plakların yakılması, dışarı çıkmalarının yasak olması dışında yaşadıkları şiddeti görmüyoruz, dışarı çıkmak için birkaç denemelerinden başka tepkilerini görmüyoruz. En fazla cüretkar Lux'ı tanıdığımızı düşünüyoruz, ama onun hakkında da derinlemesine bildiğimiz birşey yok aslında. Normalde gençler baskıdan kaçıp kendi çaplarında özgürlüğü yaşamaya çalışırlar. Ama Lisbon kızları için durum farklı. Kızlar adeta bize çocuklara dedikleri gibi "bizimle konuşmak zorunda değilsin" diyorlar. Onlar böylesine güzel, masum ve gizemli olduğu için ilgimizi çekiyor. En sonunda kızlar topluca intihar ettiklerinde bize çok da inandırıcı gelmiyorlar. Oysa Lux bir şekilde kaçabilirdi, değil mi?


Filmi izlerken ben kızların deneyimsizlik yüzünden öldüklerini düşündüm. Kendi aralarındaki iletişim, kurdukları hayaller, kendilerine verdikleri zarar da bir deneyim sayılır tabi. Ancak çocukların güvenlik, disiplin ve masumiyet adına hayattan uzak tutulması onları tamamen pasifize ediyor. Filmin türkçe ismi "masumiyetin intiharı"nı sevdim bu yüzden. Filmde bu kutsallaştırılmış masumiyet kavramı kendi kendisini öldürüyor. Annenin kızların masumiyetini hayatları boyunca zorla korumaya çalışması, bazı erkeklerin onların masumiyetlerinin tadına bakıncaya kadar peşlerinde dolaşmaları, sonra da onları bırakıp gitmeleri kadar ikiyüzlü bir davranış. Bu güzeller etraftaki herkesin ilgisini çekiyor, ta ki masumiyetlerini intiharla kaybedinceye kadar. Bir tek onları kurtarmaya çalışan çocuklar hatırlıyor. Ama çocukların onları bu hayattan kurtarmaya çalışmaları onlara haksızlık olmuyor mu? Kurtarılmayı beklemiyorlar, zaten bir kaçamak fırsatından önce intihar ederek bunu çok net bir şekilde anlatıyorlar. Kimbilir belki de masumiyetlerini intiharla sonsuza kadar korumuş oluyorlar. (17.07.2008)

10 Şubat 2009 Salı

Karşıt No: 2, Y tu mamá también vs. Dul Bir Kadın

Benzerlikleri: İki arkadaşı baştan çıkaran üçüncü kişi, şehirden uzakta muhteşem tatil yerleri, tatilin üç arkadaşı yakınlaştırması, aralarındaki cinsel gerilim, üçüncü elemanın aşırı rahatlığı, kadınlar kendi sınırlarını zorlarken erkeklerin film boyunca aynı kalması, gerçekleşen olaylar sonucunda edilen kavgalar ve cesur addedilen sahneler.

Farkları: İlkindeki arkadaşlar hareket eden her cisme kanı
kaynayan ergenler iken, öbüründe orta yaşlı, hayatı belli bir ölçüde oturmuş kadınlar. Üçüncü kişi birinde canı bir şeylere sıkılmış genç ve evli bir kadınken, diğerinde 80 filmlerine özgü entel ortama ait çapkın bir fotoğrafçı. Birinde hayatını değiştirmek isteyen genç kadın ergenlerin libidolarını sonuna kadar kullanırken, öbüründe dul kadın hanımefendilikten sıyrılmak için baştan çıkarken sevgilisine duygusal olarak bağlanıyor. İlk filmde dizginlerinden kurtulan gençler her şeyi sonuna kadar yaşarken, ikincisinde kültür farkından dolayı belli bir yerde duruyorlar. Dolayısıyla ilki bir dizi cinsel deneyimi belgeselleştirirken, diğeri sosyal içerik kaygılarıyla öne çıkıyor. Sınırları aşmak iki filmde de arkadaşlara zarar veriyor, ancak filmin sonunda kendilerini farklı yerlerde buluyorlar.



Özlü sözleri çarpıştıralım:

Luisa: İkiniz de bu kadar hızlı gelirken hanginizin yaptığı kimin umrunda?

Bardaki Kadın: Eve gitmişlerdir, sen gitme nonoşum. Anladın değil mi? Yeryüzündeki bütün alçakların şerefine...

Repliklerde geri kalsa da, kontrol ve rahatlık arasında daha makul bir yerde durduğu, üçüncü kişinin davranışlarına tuhaf bir açıklama getirmediği ve 16 yıl önce çekildiği için kazanan Dul Bir Kadın oluyor.

Mavra No:1, Güneşin Oğlu

Yönetmeni demiş bu film için fantastik mavra diye, biz de genellememizde bunu kullansak kızmaz herhalde. Yönetmeni dediği için de bu filmden başlayarak bir saygı duruşunda bulunalım.

Filmin konusu gerçekten çok abuk, ama o abukluğu seyretmek ise zevk. Belki seyrettiğiniz en güzel film olmayacaktır, ama bir şekilde aklın bir köşesinde kalacağı garanti.

Hayatı boyunca bir mucize bekleyen Fikri Bey'in başına bir güneş tutulması esnasında mucize gelir, daha doğrusu damdan düşercesine, kafasına dank edercesine, demek sendin bu hayatından memnun olmayan, al bakalım sana mucize dercesine, adama mucize mi yoksa dünyadaki cehennem mi geldi belli olmazcasına.

Film üç bölüm gizemden oluşuyor, birinci gizem adamın başına ne geldiğini anlaması, bunu da bir güzel çıkarına kullanması. İkinci gizem bu mucizenin nasıl vücut bulup değişim geçirdiğini anlaması, vücut bulmak burada mecazi anlamda kullanılmamıştır, dikkat çekerim. Üçüncü gizem ise filmin yarısı boyunca sürüyor, kim bu Hamiyet Hanım? Neden hep o ölüyor, neden hep o öldüğünde bağlantı muhteşemler muhteşemi Bülent Emin Yarar'a oluyor?

Filmde küfür çok, silah gırla, ama bunlar rahatsız etmiyor, hatta Köksal Engür küfür etmeyip ama aslında edenin o olduğunu hayal edince daha da bir komik oluyor. Ha bire birileri birilerini vuruyor ama filmde zerre kadar kan yok! Ha bire birileri bir yerlerden bir yerlere gidiyor ama vasıta kullanmadan! Uçuk kaçık.. Özgü Namal filmin en kara geçen kişisi, ona hiçbir şey olmuyor, zaten neler olup bitiğinin farkında olmayan üç karakterden biri. Diğerleri Hümeyra ve Görkem Yeltan. Görkem Yeltan'ın ilk çıktığı sahne ise filmin kalanı boyunca kafa kurcalayacak cinsten, onun halinin sebebinin Haluk Bilginer olduğunu canlandırmaya çalışıyoruz bütün film boyunca. Bir de hoca var cinlere karışan, her kim canlandırıyorsa onu o anda, muhteşem yapıyor.

Mümkün olduğunca sürprizlerin bozmadan yazmaya çalıştım filmi, mutlaka izlenmeli demiyorum ama keyfi var, en azından film kendini hiç ciddiye almıyor, bir karakterin ağzından "yahu bu kadar mavra gelir mi bir insanın başına" diye kendisi soruyor zaten. En büyük dezavantajı ise bir yerden sonra kendini fazlaca tekrar etmesi ama uzatma kısmını ben biraz spagetti vesternlere benzettim, gözardı etmek için şahane bir sığınak buldum.

9 Şubat 2009 Pazartesi

Serseri No:2, Zingarina in Transylvania

"Bebekler nereden gelir" soruma ailemin cevabı "Biz seni çingenelerden aldık" olmuştu. O zamanlar bu söz beni ne kadar kızdırmışsa da sonradan içime işlemiş olacak ki, çingeneleri her zaman sevdim. Yaşadıkları ülkelerde toplum dışına atıldıkları, yaşam tarzları yüzünden ciddiye alınmadıkları halde kendi kültürlerini koruyabilen ve bu denli hayata bağlı olan bu insanlardan etkilenmemek mümkün değil. Halihazırda kölelikten kurtulmaya çalışan zencilere, burjuvaziyle çatışan gençlere ve sıradanlığı reddeden serserilere düşkünken çingeneleri atlamam mümkün değildi. Onları anlatan Emir Kusturica'yı sevmiştim ama onun gibi çingeneleri karikatürize etmeyen Tony Gatlif'i daha bir sevdim. Kusturica'nın yarattığı dünya bambaşkaydı ancak oryantalizmini inkar etmek mümkün değil. Gatlif onları izleyerek gülmek ve üzülmek yerine, onlarla beraber gülüyor ve üzülüyor. İçine girmesi zor olsa da, bir Gadjo Dilo olmasa da Transylvania aynı yolda ilerleyen bir film.

2006 yapımı Transylvania, Romanya'yı anlatmaktan çok iki yabancının burada kendilerini kaybetmesi ve bulması hakkında. Zingarina sevdiği adamı bulmak uğruna bir arkadaşı ve bir rehberle beraber seyahat ediyor. Tchangalo köy köy dolaşıp değerli eşyaları ucuza kapatmaya çalışan bir adam. Çok geçmeden Zingarina sevgili müzisyeni tarafından yüzüstü bırakılınca bütün umutlarını, koruyucu meleğini ve kendisini bir çocuğun peşine takılarak terkediyor. Transylvania'nın insanı kendinden geçiren müziği ve yeri yurdu olmayan çingeneler onun bu kendinden geçmiş halini çok iyi tamamlıyor. Esrimenin, delirmenin, acıya tamamen teslim olmanın vücut bulmuş hali Zingarina. Tchangalo baş belası dediği bu kadını yanında taşımaya başlıyor. Kendilerini vurdukları yollarda ikisi duygularını boşaltıyor ve giderek birbirlerine yaklaşıyorlar.

İki karakterin çingeneden çok serseri olduğunu söylemek mümkün. Zingarina onu bırakıp giden bir erkek uğruna teptiği yollarla, hamileliğin sorumluluklarını almamasıyla -ki yuvarladığı votkalar, kendini yerden yere vurmaları hiç de az değil- öne çıkıyor. Mutsuzluğu, nefreti, isyanı kendisine büyük zarar vermekteyken şuursuzca kendini attığı yollar onun kurtuluşu oluyor. Asia Argento-Birol Ünel ikilisi toplumdışı karakterleri oynamakta deneyimliler, serserilik de ziyadesiyle onlara yakışıyor. Argento'nun karanlık göztorbaları, Ünel'in beyaz saç tutamları karakterlere ruhunu veriyor.

8 Şubat 2009 Pazar

N'olur Gitme İnci!

Yazının sonunu başa alalım; bu film bitti ve ben yine ağlıyorum, son yarım saatini yakaladım bu sefer, ve yine ağlıyorum...

Tunç Başaran'ın bu enfes filmini ilk kez 8-9 yaşlarında TRT'de izlemiştim, konusunu anlayabilecek yaşların çok gerisindeyken, o çocuğun bakışlarına ağlamıştım o zaman. Sonra zaman geçti, ve hemen her iki-üç senede bir bu filmi yayınladılar, hemen her seferinde oturdum izledim, konuyu anlamam arttı ama gözyaşlarım hiç azalmadı. Barış'ın o bakışlarını gördüğüm her sefer ağladım. Konuyu anladıkça sadece Barış'a değil herkes için ayrı ayrı ağlamaya başladım.

Aslında umuttu filmin konusu, uçurtmalar bize neyi simgeliyordu, ama bizi öyle bir şekilde kıskaca hatta cendereye alıyordu ki film, filmin sonunda Uçurtmayı Vurmasınlar diye haykırırken ve bütün koğuş göbek atarken biz camın bu yanındakiler göbek atmak bir yana tebessümle birlikte elimizde mendiller ve kırmızı gözlerle bakıyorduk jeneriğe.

Düşünce suçlularını, diğer bir sürü suçluyla beraber yansıtıyordu film, ve bunu trajikomik bir dille yapıyordu aslında. Müdür "yakılıp yakılmadığının kontrol edilip edilmediğini kontrol edin" dediğinde bir yandan çok gülüyor bir yandan da bak ya şu halimize diye hayıflanıyorduk. Küçük sevinçleri ve büyük acıları görüyorduk. Bir kuş bulduklarında sanki o kuş bizim bahçemize düşmüş gibi oluyorduk. Baş gardiyan doğuma yardım ederken biz de heyecanlanıyorduk koğuştakilerle. Sonra bir yerlerden elleri cebinde büyük adam gibi Barış ve İnci çıkıveriyordu karşımıza, İnci'nin eteğine yapışmış Barış bir şeyler anlatıyordu heyecanla. İnci onu savuşturmuyor, ciddi ciddi dinliyordu.

İnci'nin terkedişinde "Git Barış'ı uyandır, çok üzülecek, yapma İnci!" dedik dinlemedi.

Ama filmin esas bizi vurduğu an uçurtmayı gören Barış'ın "İnciii" diye bağırışı ve yüzündeki o umuttu...

Şimdi o bakışlarla film bitti, ve biz camın bu yanındakiler yine ağlıyoruz... Hiç kavuşamayacak olan bu arkadaşların haberleşme yollarının gerçekliğine, ve hiç bitmeyen umuda, o güzelliğe ve bağlılığa dört elle sarılıyoruz.


Swing Vote

Beklenmedik bir taşlama. Hiç beklenmedik bir eleştiri/özeleştiri. Hem de tam seçim döneminde!

Bud şu dünyada karşımıza çıkacak belki de en apolitik insan. Eğitimsiz, geleceği düşünmeyen, sıradan, ama bizden biri değil, ayrık biraz, biraz fazla ilgisiz. Hiçbir şeyden haberi yok, ve bunu zerre kadar kafasına takmıyor. Yer yer aptal diyebileceğiniz türden, ama sevimli, iyi niyetli, cahillik güzeldir kıvamında.

Kızı ise babasının tam tersi. Utanmasak dahi diyebiliriz kıza. Her şeyle ilgili, son derece meraklı, oy vermenin önemli olduğuna tüm kalbiyle inanıyor. Babasının arkasını toplamakla geçiyor hayatı neredeyse. Ama genellikle bundan şikayet etmiyor. Annesi çok uzaklarda, babasını bir şeye ikna etmek için annesine gitmekle tehdit ediyor, biraz fazla akıllı ama muhteşem derecesinde sevimli.
Bir oy günü olanlar oluyor, baba oy vermeye gitmeyince kız babasının yerine oy vermeye kalkıyor, bir seri aksilik üzerine oy yarım kalıyor. Aksilikler bununla bitmiyor, bütüüün Amerika'daki oylar eşit çıkıyor, ve her şey bu yarım kalan oya bağlanıyor. Kendisinin oy verdiğinden bile habersiz olan Bud, Amerika'nın yeni başkanını seçme sorumluluğuyla kalıveriyor.

Bundan sonrası bir oy için, başkanlık için adayların neye dönüşebildiği ile ilgili... Önce bu başkanların ne kadar akılsız insanlar olduklarını görüyoruz, sonra o kadar da akılsız olmadıklarını, ne kadar vicdansız olduklarını ve sonra da o kadar da vicdansız olmadıklarını. İki adayı da hem seviyoruz hem tüm kalbimizle nefret ediyoruz. Dürüstler mi değiller mi anlamıyoruz, ama çevresindekileri doğru seçen adayların ne hale gelebileceklerini çok net görüyoruz.

Ve elbette böyle bir film olur da medya eksik kalır mı? Medyanın nasıl bir canavar olduğunu ve nasıl üstümüze gelip bizi didik didik edebileceklerini, istediklerini akıllı istemediklerini nasıl da aptal göserebileceklerini teker teker görüyoruz, ama kötü adam kılığında değil. Hatta belki de ilk kez medya çok net kötü unsur olarak değil de alttan alta seyretmekle üste geçmek arasında gidip geliyor.

En nihayetinde film Bud'ın o ana kadar ki sorumsuzluğunu yapmıyor ve bize bir son sunmuyor, zaten bir son sunmasını beklemiyoruz, sunsa bu derece sevmeyeceğiz belki.

Bu filmin amacı her ne kadar zaman zaman öyle görünse de bir tarafı desteklemek değil zaten, bol miktarda durumu hicvetmek. İlginç olan ise bunu ağır politik bir dil yerine espriyle yapmış olmaları ve bir çok ağır politik filmden daha ne anlaşılır ve net olması. Tavrı net, diyeceği net: Amerika'da sorunlar var ve bunları görmezden gelmeye devam edemeyiz diyor..

5 Şubat 2009 Perşembe

Wristcutters: A Love Story

Türkçeye Bilek Kesenler diye çevrilen bu filmin konusu gerçekten de bileklerini kesenler, kendilerini asanlar, bir yerlerden atlayanlar, kendilerini vuranlar, boşluğa gerçek anlamda düşenler; kısaca intihar edenler. “Ölümden öte köy var mı?” sorusunu almışlar, başka bir boyuta çekmişler, “İntiharın ötesinde ne var peki?” diye sormuşlar. Sorarken de içine bol mizah duygusu katmışlar, ama komedi filmi değil seyrettiğimiz, içte bir mutluluk yüzde bir gülümseme yaratan cinsten, sıcak sımsıcak…

Film, jeneriğin şarkısına hiç uymayan bir şekilde adamımızın bileğini kesmesiyle başlıyor, aşk acısı yüzünden. Sonrası mekânsız bir zamanda, zamansız bir mekânda geçiyor. Uğruna kendini öldürdüğü kıza duyduğu aşkın yerini başka şeylerin almasıyla bir nevi bu arada kalınan yerde kendi mutluluğunu yakalıyor. Sevmenin tek taraflı nasıl olamayacağını bize gösteriyor.

Filmin ikinci esas kahramanı olan kızımız ise yanlışlıkla orada olduğundan emin, “hiç kimse ilk seferinde yüksek doz uyuşturucuyla intihar etmez, bu işte bir yanlışlık var, ben intihar etmedim, “yetkili” ile görüşmek istiyorum” diyor. Herkes biliyor ki burada hata olmaz, hiç kimse bu arada kalmışlıktan kurtulamaz, ama aksine ikna edemiyorlar ve gerçek manada “yetkili” ile görüşen ilk kişi oluyor. Aslında filmin sürükleyicisi bu kız, filmin bir yol filmi olduğunu kabul edersek, bu kız hem nirengi noktası, hem uğruna yolculuk edilen kişi, hem de varılacak yer.

Filmin başrollerinden birinde çingenemsi Rus, diğerinde ise kara delikli araba var ki filmin temposunun düşmeme sebeplerinin iyi bir yüzdesi bu ikiliye ait.

Filmin sonu çok büyük bir sürpriz değil, ama filmin kendisi sürpriz… Arkadaşlıklar, yolculuklar, aşklar sürpriz, Tom Waits sürpriz, ve dahası filmin her şeye rağmen arada kalmış havasını yol filmine dönüştürebilmesi sürpriz. Ve bu konuyu nasıl böyle işlediklerini anlamanın -hatta anlayamamanın- yarattığı o his sürpriz.

4 Şubat 2009 Çarşamba

Sen de Gitme Triyandafilis


Aslen
Ayla Kutlu'nun romanı olan Sen de Gitme Triyandafilis, tiyatro oyunu olarak da sahnelenmiş, Tunç Başaran tarafından filme de çekilmiş. Ben bu ağın içine filmi tarafından çekildim. 1. dünya savaşının sonlarına doğru Fransızların işgalindeki Hatay'da yaşayan zeka özürlü bir genç kızın ve onun bakıcısı Sultan'ın bu öyküsü savaşın insan ölçeğinde yarattığı trajediler için bir ağıt adeta. Yoksulluk, göç, ölüm, yalnızlık kadınların, en çok da bir çocuktan farkı olmayan Triyandafilis'in yaşadıkları üzerinden anlatılıyor. Onları ayakta tutan tek şey aralarındaki bağ, ama kolay kolay sarsılmayacak, her zorluğa dayanabilecek cinsinden. Erkekler çoğu zaman hayatlarının dışında; kızına aşırı düşkünlüğü olan tüccar baba, kızın asker aşıkları sürekli savaş tarafından sürükleniyorlar. Bu yüzden ayrılık filmde bütün dehşetiyle baş rolü üstleniyor. Savaşa, mecburiyetlere, olanaksızlıklara dayanabilmek için yetişkinler çeşitli yöntemler geliştiriyorlar, tıpkı savaşın gerekliliğine inanmak, savaşı çıkarları için kullanmak, vatani görevin ahlaki tarafını yüceltmek ya da gücünün yetmediği şeyleri kabullenmek gibi. Oysa Triyandafilis ne savaşın başlangıcına, ne sonlanmasına, ne de savaş bittiği halde Rıfat'ın askere gitmesine bir anlam veremiyor. Yetişkinlerin içinden geçip de ağzından çıkamayanları haykırıyor. "Gitme!"

3 Şubat 2009 Salı

Juno vs. Trust

Benzerlikleri: Lisedeyken hamile kalan kızlar, sarı şort giyen erkek arkadaşlar, film boyunca ilerleyen aşk hikayesi, gerçek aşkın karşındakini olduğu gibi kabul etmek olduğu inancı, ilginç diyaloglar.

Farkları: Bir tanesi dramatik öğeleri olan komedi, diğeri komedi öğeleri olan dram. Birisinin ailesi öpülesi dünyaüstü varlıklarken, diğerininkiler tam anlamıyla psikopat. Biri ergenliğinden çok bir şey kaybetmeden olayı atlatıyorken, diğeri olgunlaşma yolunda büyük adımlar atıyor. Biri sütünüzü içirip, sırtınızı pışpışlayıp sizi yüzünüzde bir gülümsemeyle yatırırken, diğeri önce karşılıklı atıştıktan sonra size acıkıp acıkmadığınızı sorup önünüze yemeğinizi koyan bir film.

Sıra geldi diyalogları çarpıştırmaya:

Juno: Sanırım seni seviyorum.
Paulie: Arkadaş olarak mı yani?
Juno: Hayır.. Sahicisinden. Çünkü sen tanıdığım en havalı insansın ve bunun için uğraşmana bile gerek yok.
Paulie: Aslına bakarsan uğraşıyorum.
Juno: Doğuştan zekisin. Diğerleri gibi değilsin. Sürekli gözünü karnıma dikmiyorsun, suratıma bakıyorsun. Ve seni her gördüğümde bebek süper sıkı tekmelemeye başlıyor.
Paulie: Öyle mi?


Maria: Bana evlenme teklif ederken ciddi miydin?
Matthew: Evet.
Maria: Neden?
Matthew: Çünkü istiyorum.
Maria: Beni sevdiğin için veya bunun gibi bir şey için değil yani?
Matthew: Sana saygı duyuyor ve seni takdir ediyorum.
Maria: Bu aşk değil mi?
Matthew: Hayır bu saygı ve takdir. Ve bence aşktan daha iyi.
Maria: Nasıl?
Matthew: Aşık olan insanlar çılgınca şeyler yapar... Kıskanırlar, yalan söylerler, aldatırlar. Kendilerini öldürürler, birbirlerini öldürürler.
Maria: Öyle olmak zorunda değil.
Matthew: Belki...


Trust wins.

Yorumlar: İki takım da maça iyi hazırlanmıştı, ancak biri tribünlere oynarken diğeri bütün yüreğini ortaya koydu. Kesinlikle Juno bir Hal Hartley filmi için yeterince dişli bir rakip değildi. Ancak hakemin baştan beri takım tuttuğu gözlerden kaçmadı.

1 Şubat 2009 Pazar

Serseri No:1, Wendy and Lucy

Tam da empati kurmanın ne denli zor bir beceri olduğunu düşünmekteyken izledim Wendy ve Lucy'i. Baş karakteriyle özdeşleşmek istemeyeceğiniz, yarattığı gerçekçi ortamın içinde boğulacağınız bir film bu. Wendy iyi para kazanmak umuduyla arabası ve köpeği Lucy'le Atlanta'ya gitmeye niyetli bir genç kadındır. İşsiz, evsiz ve neredeyse kimsesizdir. Ama ne kadar çaresiz olsa da kendisini acındırmaz, Lucy dışında kimseye duygularını göstermeyen bir katılıktadır. Biz seyahatinin Oregon kasabasında geçen kısmına tanıklık ederiz. Kadının başından şanssızlık ve yanlış kararlar sonucu köpeğini kaybetmesine ve az kalan parasını bolca harcamasına neden olan olaylar geçer.
Lucy Wendy için olduğu kadar film için de önemli bir karakter. Onu duygusal olarak ayakta tuttuğu gibi, genç kadınının güvenliğini sağlıyor. Wendy'i ancak köpeğinin varlığı ve kayboloşu üzerinden takip edebiliyoruz. Israrla Lucy'i arayışı, içinde olduğu ayakta kalma mücadelesinin en önemli parçası haline geliyor.
Film boyunca Wendy'i yargılayıcı bir bakış açısından gözleriz. Zira bazı kararlarını alırken akıllıca davranmaz, yardıma ihtiyacı olduğu zaman iletişim kurmaz. Ama diğer tarafta da kendi derdinde olan kasabalılar için Wendy neredeyse görünmezdir. Biz kadının mutsuzluğunu, çıkmazlarını sert bir şekilde kısılmış gözlerinden takip ederken, bir kişi dışında hiç kimse onun durumuyla alakadar olmaz. Görünüşüyle, davranışlarıyla onlar için bir serseriden başkası değildir.
Wendy'e serseri diyorum ama o diğer serseri film karakterlerinden oldukça farklı. Onun durumunu şekillendiren bir seçim, bir arayıştan çok bir zorunluluk. Ekonomik olanaksızlığı benimsediği yaşam tarzından daha fazla öne çıkıyor. Yerleşik bir iş, bir ev peşinde olmamasıyla, köpeğiyle tek başına uzun mesafeleri göze almasıyla göçebelere, hippilere benziyor. Ne kadar tavizsiz, kararlı olsa da umutsuzluğu ve yalnızlığı izleyeni etkiliyor. Bense kendimi onu anlamaktan çok, bir ebeveyn edasıyla eleştirirken buluveriyorum. Genç kadın empati kurulmaktan özenle kaçınılan bir grubun üyesi, bunu kendimde farkediyorum. Film Wendy'in sıkıntılarını hem duygusallığa düşmeden hem de söyleyeceğini sakınmadan olduğu gibi anlatıyor, belki sırf bu yüzden çarpıcı bir film. Yoksa sessiz ve fakir bir kadının yarı ölü bir kasabada kayıp bir köpeği aradığı bomboş bir film olarak izlemek de mümkün.