14 Şubat 2009 Cumartesi

Umudun Kırıldığı An: YOL

Hiçbir şeyi aklamayan, yargılamayan, karakterlerini muhteşem insanlar ama işte mapusa düşmüşler gibi göstermeyen, sadece olduğu gibi dile getiren bir filmdir YOL. Cahilliklerini, yetişme tarzlarını, akıllarını ya da akılsızlıklarını çok fena bir şekilde yüzümüze vurur. Yan karakterlerden biri "ben ne savcıyım ne de hakim, seni yargılayamam neden sır saklamaya devam ediyorsun ki" dediğinde içimizi acıtan gerçeklerden birini filmin daha başında görüveririz.

Aslında filmi vurucu yapan şey umutla başlayıp her şeyin kötüye gidişi, daha fenası bu kötü gidişe bizi hazırlaması, o şeylerin olacağını bilmemiz buna rağmen olmamasını dilememiz, ve bizi aksine inandırmak isteyen yüreklerimize karşı fazlasıyla gerçek olan duruşu.

Daha ilk andan biz o karakterlerin belli suçlar için hapse düştüğünü biliriz, ama film boyunca 2 karakter haricinde ne yaptıklarını öğrenmeyiz, dahası tek bir kişinin vicdan hesaplaşmasını görürüz, onun dışındakileri yargılamak ya da aklamak gibi bir derdi yoktur, ki o vicdan hesabı yapan kişiyi de ne aklar ne de yargılar, sadece böyle olmuştur der.

Filmde çok iç acıtıcı sahne var, düşündükçe de çoğalıyor. Bir kısmı basit bir kısmı konunun özü, ama pek çok yürek burkan sahne. Tarık Akan atı vurmakla vurmamak arasında gidip gelişi, karısını kurtarmayı istemekle kurtarmamak arasında kalışı, çocuğun annesini kurtarmak istediğini farkına varışı, izin kağıdını kaybeden adamın durumunu tel örgülerle konan kuşlarla birebir aynı oluşu, Şerif Sezerin ölümü dileyişi, Meral Orhonsay'ın bile bile ölüme gidişi, yine Meral Orhonsay'ın rezil damgasını yiyeceğini ve kocasını 3 gün sonra cezaevine teslim edeceğini bilmesine rağmen peşinden gidişi, 1 haftalık izinin 5 gününün yola gidişi, ama en acısı kaybolan umudumuz. o kadar mutlu ve umutlu çıkan herkesin daha da kararmış birer yaşamla cezaevlerine dönmeleri, dönmemeleri ya da dönememeleri. Ölülerine sahip çıkamayan insanlar, kocasının ölümüne üzülemeden kayınbiraderinin karısı olan gelin, ya da başka birinden hoşlanırken ve o kız da ondan hoşlanırken kardeşinin asla dönemeyeceğini bildiği için evlenemeyen ve nihayetinde dönemeyen kardeşinin karısına koca olan Ömer.

Film hiç sorgulamaz, töre kötüdür, insanlar bu kafadadır demez, sadece olanı gösterir, hatta zaman zaman belgesel gibi bir havada yapar bunu. Belgesellik anlarını en çok Diyarbakır'a varmaya çalışan Halil Ergün'ün gözlerinden görürüz. Terör ya da kaçakçılık kötüdür demez, ama arkada kalan insanların hali budur der. Karısını kendi elleriyle öldürmeyi reddeden ama karısının ölüsünü teslim eden Tarık Akan'a kayınbiraderin bakışını bile yargılamaz film. Kadınların ezikliğini yargılamaz. Kerhaneye düşerseniz töre sizi öldürür demez, bu ölümün kocası ve oğlu üzerinde nasıl bir etki bırakacağını düşündürür. Aslında filmin özelliği bu galiba, film devamlı olarak düşündürür, hep bir önceki sahnede gördüğümüz şeyin ağırlığını düşünür ve eziliriz.

Filmin bir diğer güzel yanı bir hikayeyi bitirip diğerine başlıyor olmayışı, hikayelerde bir anda birinden diğerine geçiş yapıyor, bir an karlar içinde debelenmeyi ardından Adana'da rakı keyfi yapmayı izliyoruz. Aynı yerden geldiklerine olan algımızı bozuyor, aynı hafta içinde farklı yerlerde farklı iklimleri göstererek zaman kavramımızı yerle bir ediyor, sanki bütün bu olanlar 1 haftada değil de 1 yılda olmuş gibi hissediveriyoruz. Bu sahneden sahneye atlayarak algı bozmanın tam tersini Uğur Yücel Yazı/Tura'da bir hikayeyi bitirip diğerine başlayarak yapmıştı, yine iklimler ve mekanlar farklıydı ve biz bu hikayelerin hemen hemen aynı zamanlarda geçtiğini göz ardı ederek kesişmeyi beklemiştik, son anda verilen kesişme bütün film boyunca olan beklentiyi terse çevirmiş ve filmin kurgusunu çok güzelleştirmişti. Orta yol yerine iki ayrı ucu algı bozarak yapan filmlerin yeri gerçeken de çok ayrı oluyor.

Yasaklı filmdi bir zamanlar, ancak belli bir propagandası da yok aslında filmin, büyük ihtimalle o muhteşem belgesel tadı yüzünden yasaklanmış, ya da sadece Yılmaz Güney'in adı yüzünden. Askerleri de mutlak kötü gibi göstermiyor aslında, sıkı yönetimi eleştiriyor, ama bütün askerler berbat insanlardır, şöyledir böyledir demek yerine askerleri çoğunlukla kibar konuşan ama dediğini/denileni yapan kişiler gibi gösteriyor. Tarık Akan'ın neden Konya'da kalmadığını sorarken beklenmedik bir şekilde yoluna devam etmesine izin veriyorlar mesela, aynı şekilde izin kağıdını kaybeden kişinin işlemini ise uzatıyorlar. Ne iyi ne de kötü ama hep bir baskıcı obje gibi görüyoruz sanki.

Bir de eskiden "ben mahkumum, şu anda izindeyim" dendiğinde insanların bu duruma daha hoşgörülü olduğunu görüyoruz. Şimdi bir mahkumun yanına yaklaşmaktan korkuyor pek çok kişi. Bunda Amerikan filmlerinin etkisi yadsınamaz, çünkü pek çok filmde kötü olaylar hep mahkumlardan, kaçaklardan çıkmıştır, bir nevi psikolojik olarak mahkum görünce kaç etkisini yerleştirdiler.
Romantik bir nesil değiliz biz, politik bir nesil de değiliz, olayları olduğu gibi kabullenme eğiliminde olan bir nesiliz, ama umudu koruyoruz, işte belki de bu yüzden bu tür filmler bizi derinlerden vuruyor. İzlediğimiz ilk toplum-töre-suç gibi kavramları barındıran film değil bu ama fazlasıyla gerçek ve olmamasını dilediğimiz her şeyin yavaş yavaş oluşuyla ve o çocuklara ne oldu peki dedirtmesiyle umut kırıcı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder